| 
                                                     En son dört yıl önce Son Mevsim: Şavaklar belgeselini izlediğimiz Kazım Öz mevsimlik işçilerin hayatını anlattığı Bir Varmış Bir Yokmuş belgeseliyle yakında karşımızda... Polemikleri gösterim yapılmadan başlayan filmi yönetmenle konuştuk. Bir Varmış Bir Yokmuş ile başladığımız söyleşide Kazım Öz’ün belgesele bakışından, şu anki sinemamızın haline kadar geldik. 
 
Söyleşi: Kültigin Kağan Akbulut / Fotoğraflar: Dilek Yaman 
(Söyleşi metni ve fotoğrafların bütün yasal kullanım ve paylaşım hakkı Antrakt'a aittir. Kaynak göstermeden kullananlar hakkında ve karşısında hukuksal haklar saklı tutulmaktadır.) 
Filminiz daha çok sansürle gündeme geldi, dolayısıyla film pek öne çıkmadı. Ben istiyorum ki bu söyleşi filme odaklansın, filmin konuşulması için bir vesile olsun. Filminiz mevsimlik işçileri anlatıyor. Bu hikâyeyi anlatma düşüncesi nasıl oluştu? 
Mevsimlik işçilerle ilgili birkaç yıldır düşündüğüm bir proje vardı aklımda. Onların en çok gündeme geldikleri konu, işçilik yapmaya giderken yaşadıkları kazalar. Her yaz giderken insanlar ölür ve onların fotoğrafları boy boy gazetelerde yayımlanır. Çalışmaya giderken bile o kadar riskli, hatta insanlık dışı koşullar var ki kazaların olması doğal oluyor. Onların bu dramını işlemek istiyordum. Nasıl bir şey yapsam diye düşünüyordum. Küçük belgesel çalışmalar olmuştu bu konuda ama oradaki meseleyi anlatan projeler değildi. Türkiye’de mevsimlik işçiler deyince oradaki tablo ne diye cevap veren proje çok yoktu. 
Sizin filminiz bu meseleye nasıl bakıyor? 
Meseleye şuradan bakıyoruz: Bizim sofralarımıza gelen sebzenin, meyvenin perde arkasında yoğun bir emek, sömürü, çelişki, trajedi var. Bunu ne kadar verebildik buna seyirci karar verir ama amacımız bunu göstermekti. Bizim tatlı tatlı yediğimiz meyve, sebzenin bir geçmişi, alınteri var ve bunu göstermek istedik. Sebzenin, meyvenin tohum halinden sofraya gelene kadarki sürecinde, yaşadığımız sistemin tipik özellikleriyle bir sömürü gerçekleşiyor ve sonra soframıza geliyor. Kapitalizm nasıl bir sömürü yaşatıyor insanlığa, bunu görmek açısından iyi bir gerekçe bu konu. Çünkü biliyorsunuz, sömürü son otuz kırk yılda kamufle edilebilir ince yöntemle saklanır oldu. Bu proje de bunu gösterme hedefiyle yola çıkmış oldu. 
Bir belgesel çektiniz, değil mi? 
Yaratıcı belgesel, docudrama dediğimiz türde. 
Kazım Öz’ün belgesel anlayışı diye bir şey var. Kendinizi katıyorsunuz, diyaloğa giriyorsunuz… Burada nasıl bir belgeselle karşılaşacağız? 
Burada da ben bir karakter olarak varım. O konuda gizlenmenin mantıklı olmadığını düşünüyorum. Yapılan her film kurmaca da olsa, belgesel de olsa aslında yaratıcısıyla birlikte o konunun içindedir. Siz ne kadar görünmeseniz de kamerayı koyduğunuz yer bile sizin varlığınızı ifade etmiş olur. Dolayıyla benim sesimin ya da görüntümün girmesi, benim hikayemin de bir yandan akıyor olması seyirci açısından konuyla kurduğum bağın hem gerçekliğini göstermiş olacak hem de samimiyetimi. Bu açıdan bu filmde de karakterlerle benim hikayem de arada çakışıyor. 
Belgesel fotoğrafta da o var. Herkes gitse aynı şeyi yaparmış gibi bir mantık var ama herkesin anlatımı farklı. O nedenle belgeselde ben buradaydım demek çok etkileyici.  
Bana da öyle geliyor. Aslında biraz riskli. Geleneksel seyirciyle ilişki kurmada sıkıntı olabilir ama başka bir pencere de açıyor. Yaptığım işler üzerinden gördüğüm kadarıyla, seyircinin daha çok güven duyduğunu görüyorum, çünkü gerçeğe daha çok yaklaşıyor. 
Peki, kurmaca filmde? 
Kurmaca filmde de yapılabilir. Hayattan koparılmış bir zaman dilimi atmosfer ve mekanda geçiyor demek çok da büyük olay değil. Siz hayattan soyutlayıp ne kadar soyutlarsanız, film yapanlar içinde görülmese bile filmin kendisi bile yönetmenin oradaki varoluşunu gösteren bir şey. Denir ya objektif bakış… Objektif bakış görünmemek ya da tarafsız kamera şeklindeki yaklaşımlar değildir. Bence objektif bakış olması için siz konunun iç dinamiklerini çözümleyebiliyor olmanız lazım. Objektif bakış şudur: Mevsimlik işçi dediğimiz şeyin yaşadığımız bu dünyada nasıl bir işlevi rolü vardır bunu belirlemektir. Benim için anlamı da Orta Çağ’da kölelik neyse şu anda da o. Seyircinin de bu sorgulamaları yapmasıdır. Günümüz modern insanı ile bir limonun masaya gelişi nasıl olur? Günümüz insanı ile yediği limon arasında bir yabancılaşma var. Bu limonun buraya gelişi Batman’daki bir ailenin koşullarına kadar gider. Aslında objektif yaklaşmak da bunu çözümleyebilmektir. Konuyu bilmedikçe turistik ya da oryantalist bakıştan gidemiyorsunuz. Maalesef de Türkiye’de belgesel deyince büyük oranda turistik bakışı görüyorsunuz. Turistik yaklaşımda oradaki insanların doğal haline müdahale etmiş oluyorsunuz. Benim için belgeseldeki en önemli etik ölçü şu: O insanlarla olan bu turistik, yabancı bakışı kıracak bir ilişki biçimi yakalamak. Onların dünyasına girebilmek, onlar gibi hissetmek, yaşamak ve bakabilmek. O sınırı geçmedikten sonra bence belgesel yapmaya hakkımız yok. Bu açıdan çoğu belgeseli, bu yönüyle ben konulara haksızlık olarak görüyorum. Yönetmen belgeseli hak etmesi için çektiği özneye yaklaşması, asgari olarak onun kadar yaşayabilmesi gerekir, çekebilme hakkını almak için. 
Siz peki çektiğiniz kişilerle olan yaklaşımınızı oluşturdunuz? O kişilerle ilişkiyi nasıl kurdunuz? 
Bu insanın bütün olarak hayata bakışıyla ilgi bir şey. Filmdeki aileyi aradım daha önceden. Bölgede birçok eve girip çıktım, onlarca aileyle görüştüm. Oranın içine girince zaten yavaş yavaş yolunuzu buluyorsunuz. 
Yaratıcı belgesel çalışmalarınızın yanı sıra Bahoz gibi anlatım açısından anaakım sinemaya yakın filmleriniz de var. Filminizin anlatım biçimine nasıl karar veriyorsunuz? 
Orada doğrusu başlarken bir tercihte bulunmuyorum. Bunun üzerine çok düşünmüyorum. Kurmaca mı belgesel mi olmalı, hangi seyirciye ulaşmalı sorularına pek takılmıyorum. Daha çok konuya takılıyorum. Konuyu incelemeye başlayınca zaten dili konu yaratıyor. Biz belgesel çekimi yaparken oyunculu olarak yeniden çekelim ve drama koyalım da diyebilirdik. Tüm bunlar konu ile ilgili bir olay. Bu filmde belki bir iki şey şaşırtıcı da gelecek. Filmde aileden çıkıp İstanbul’a geliyoruz, hatta İstanbul’da başlıyor. Biz klasik bir hikaye mi izlemeliyiz? Hayır, bir hikaye var ve biz onu anlatmak istiyoruz. Bunun için daha önce bulunmuş yollar kuşkusuz bize yol gösterebilir, ancak benim için bir kaide değil. 
Bir filmi dramaturjik olarak yarıda bırakıp tamamen epik bir filme geçebilirim, eğer öyle anlatabileceksem. Klasik dramatruji değil derdimiz, mevsimlik işçiler dediğimizde seyircinin biraz da arkasını göreceği, sorgulayabileceği bir eylem yapmak. Bunun yolu yöntemi değişebilir. Hayatın akışı yöntemi belirlemiş oluyor ve belgesel sinemada güzel olan da bu. Karakteriniz yazıyor senaryonuzu aslında. Öyle bir ilişki yakalıyorsunuz ki, bir süre sonra, o rolünü oynarken, yani kendi gerçekliğini yaşarken, siz de samimi bir şekilde oradaysanız aranızdaki sınır kalkıyor. O da sizi anlıyor ve bu çok önemli. Sadece bizim onu anladığımız bir ilişki biçimi de ortadan kalkıyor. Mevsimlik işçi olan baba da Kazım Öz’ü anlamalı. Bu iki taraf birbirini anladığında birlikte sanat, eylem, aktivite yapmış oluyoruz. Bunu da seyirciye belgelemiş oluyoruz. Kişiyle yönetmen bir gönül ilişkisi, bir yoldaşlık yakalamış oluyor. Birlikte yürüyebiliyorsunuz. 
Karakterlerin sizi beklenmedik yerlere götürdüğü oldu mu? 
Oldu, yarısından itibaren filmi değiştiren bir şey oldu. Masa başına tasarlamadığım bir şeydi ve sonrasında o filmi ona bıraktım. Ve bu da bahsettiğim sebzenin hikayesinin renkli kısmıydı. Bunu gizleyemezdik. Bir aşk hikayesi girdi ve filmi bir anda şiirsel hale getirdi. Film bir kurmaca drama gibi başlıyor, belgesele dönüyor ve sonra belgeselden çıkıp şiirsel bir tada sahip oluyor. 
Hem işçi ailesi ile ilişkiniz bakımından hem de genel anlamda prodüksiyon nasıl oldu? 
Tabi onların yola çıkmasını bekliyordum. Aileyle tanıştıktan sonra ne zaman gideceklerini öğrenmiştim. Yarın yola çıkacaklarını duyduk ve gece uçağıyla hızlıca gittim, sabah onlara yetiştim. Prodüksiyon kısmına gelirsek: Bu hikayeyi anlatmaya karar verdikten sonra bütçe aradım ve  El Cezire televizyon kanalının destek verdiğini duydum. El Cezire’nin belgesel konusunda Türkiye’de yeni bir sayfa açtıklarını öğrendik ve birçok yere gönderdiğim gibi onlara da gönderdim, kabul ettiler. Aslında iki iş çıktı. El Cezire için 44 dakikalık bir televizyon versiyonu var, diğeri de vizyon için 80 dakikalık. Birbirinden farklı yanları da ortak yanları da var. Şavaklar belgeselini de Arte televizyon kanalı ile yapmıştım. Ama o bunun gibi değil, tek bir tane uzun metraj versiyonu vardı. 
Ne zaman çekildi? 
2012 yazında çekildi. Çekimler dört ay sürdü. Hazırlıklarla 7-8 ayda tamamladık. 
Türkiye’de yapılan Kürt sinemasının şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?  
Benim sinemaya başladığım yıllarda daha çok, Kürt sineması var mı, yok mu sorusu alıyordum. Şükür ki bunu geçtik, artık Kürt sinemasının durumu nasıl sorusu soruluyor. Bu da aslında bir gösterge. Kürt sineması hızlı gelişti, hızlı bir çıkış yaptı ve tabi Kürt sinemasının sorunları Kürt meselesinin sorunlarından bağımsız da değil. Kürtler diğer Ortadoğu’daki halklarla ilişkilerini ne kadar hızlı biçimlendirirse, bir özgürlük alanı oluşturabilirse Kürt sineması açısından da bu alan oluşacaktır. Özellikle Türkiye’de beş on yılda, festivallerin yarısında Kürt filmleri var. Ki bu da doğal, çünkü bir sorun bangır bangır bağırıyor ve sanat da bu konuya eğiliyor. Tabi tüm filmleri böyle değerlendirmek mümkün değil, ticari yaklaşanlar var, politik yaklaşanlar var, sanatın rolünü düşünerek yaklaşanlar var. Bu da bir sinemanın doğuşu ve gelişimi açısından normal bir şey. Ama kısacası Kürt sineması gelişiyor. 
Kürt sinemasında bir yandan uzun metraj kurmaca film çeken ve kendi dilini oluşturmuş yönetmenler var. Bir yandan da kısa belgesel, kısa kurmaca film çeken yönetmenler var. İkiye bölündü diyemeyiz tabi ki ama farklı kanallardan ilerliyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Evet, Kürt sineması farklı kanallardan ilerliyor. Bahsettiğiniz kısa film çalışmaları hiçbir yerde gösterim olanağı bulamasa bile sosyal medyada seyirciyle buluşabiliyor. Hatta bizim filmlerimiz bile tekrar seyirciyle buluştu. Bahoz, Youtube’a yüklendiğinde son bir yıl içinde 330 binlere yaklaştı. Demek ki son bir yıl içinde film yeniden vizyona çıktı sayılır. Teknolojinin yarattığı yeni olanaklar önemli ve değerli. Eski kanaldan yürüyen, kadim sinema da daha ağır gidiyor. Buradan hareketle de festivallerin eski biçimlerinde değişikliğe gitmesi belki gerekecek. Daha dinamik festivaller lazım. Festivallerdeki eski program yapma anlayışları, yönetim ve kadrolar değişime uğramalı. Belki de son yaşadığımız vizyon sıkıntısı da bununla ilgili. Dipten gelen bir dalga var yeni bir vizyon ve kurumsallaşma isteyen ama eski kafa kendini savunmaya çalışıyor. 
Siz dağıtım, izlenme ve maliyet sorunlarını nasıl hallediyorsunuz? 
Bu konuda tabi ki ciddi şekilde zorlanıyoruz. Özelikle Bahoz’dan sonra büyük zorluklar yaşadık. Filmin bütçesi büyüktü ama filme dönük gizli sansür ve zorluklardan dolayı seyircimize istediğimiz gibi ulaşamadık. Son bir yılda internet sayesinde ulaşmaya başladık ama internet izlenmelerinin de maddi geri dönüşü olmuyor. Bu filmi televizyon için yaptık ama onun dışında seyirciyle nasıl buluşturacağız? Tartışma ortamını nasıl sağlayacağız?  Kürt televizyonları ya da alternatif televizyonlar bütçe ayıramıyor. Ana akım medya zaten bize tavrını sürdürüyor. Mesela bizim sinema kolektifi olarak otuza yakın film var, bir tanesi bile ana akım medyaya girmemiş, satışı yapılmamıştır. Dağıtım şirketleriyle de kolay çalışamıyoruz. Dolayısıyla kendimiz halletmek durumunda kalıyoruz, o da enerjimizi alıyor. Ama mücadele içindeyiz, bunun için de alternatif dağıtım kanalları ve festivaller yapmaya çalışıyoruz. 
Yapımcınız da Kürt coğrafyasında birçok festivalde çalışıyor. Bu tarz kanallar ne kadar etkili oluyor? 
Oldukça etkili oluyor tabi ki. Biz mevcut, geleneksel dağıtım içinde yer bulamayınca, başka yollar aradık. Dolayısıyla film yapımcıları olarak, enerjimizin bir kısmını festivallere aktardık. Dersim’de, Batman’da yaz şenlikleri, film günleri yaparak filmlerimiz ciddi kitlelere ulaştı. Yine mesela sinema atölyeleri açarak kadrolaşmayı sağlamaya çalıştık. Mezopotamya Kültür Merkezi’ndeki atölyelerde bahsettiğim alternatif yapıyı ortaya çıkaracak olan kadrolaşmayı hedefledik ve bundan da bir yol aldık. Çektiğimiz filmlerin senaryosundan dağıtımına kadar her işi atölyemiz tarafından yapılıyor. Bu da başka çaremiz olmadığı, mevcut ağlarla uyuşamadığımız için. 
Hem Mezopotamya Kültür Merkezi’nde hem de diğer alanlarda gördüğünüz kadarıyla yeni gelen Kürt sinemacılar kuşağını nasıl görüyorsunuz?  
Yeni, dinamik ve arayışları olan bir kuşak geliyor ve bence önemli işler de çıkarabilecek bir kuşak. “Ama”ları da var tabi ki. Birlikte hareket etmekten uzak bir kuşak bence. Fazla bireyci ve benmerkezci bir yaklaşıma sahip ve sinemayı kişiselleştiren, bir basamak olarak gören yaklaşımlar var. Bizim kuşağımız koşullardan kaynaklı olarak daha kolektif, örgütlü bakan bir kuşaktı ama olanaklarımız bu kadar yoktu. 90’lar 2000’ler döneminde internet ve sosyal medya bu kadar demokratikleşseydi çok daha büyük işler yapardık. Ama şimdi bu olanaklar olmasına rağmen Yeni kuşağın zaaflarından kaynaklı olarak daha tüketime dönük işler yapılıyor. Bu da bence özellikle genç Kürt sinemacılar için bir handikap, aynı şekilde Türk sinemacılar için de söz konusu bu handikap. Tabi Gezi Direnişi bunun için önemli bir örnekti. O dayanışmayı, paylaşmayı hayatta yaşayınca ancak sinemada verebilirsiniz. Barikatların arkasındaki paylaşımcı ruh sinemaya da sirayet edebilirse iyi işler çıkabilir. Kürt sinemacılar içinde maalesef tutkal görevi gören ideolojik, düşünsel bir yaklaşım göremiyoruz. Bence bizim en büyük eksikliklerimizden biri bu. Bundan kaynaklı olarak bazen birbirini engelleyen tutumlara kadar gidebiliyor. Mesela, Bizim Antalya’da seçilemememizin bir sebebi de bu. Seçici kuruldaki Kürtler’in ayak dirediğine dair seçici kuruldan kişiler söyledi. Tam da bahsettiğim bireyci, benmerkezci, popülist bakan anlayıştan dolayı. Oradaki kişinin şahsından dolayı değil. 
Özellikle belgesel filmlere yönelik şöyle bir eleştiri de var, benim de katıldığım bir eleştiri. Son dönemdeki belgeseller meseleye odaklı fakat belgeselin ne olduğunu ve rolünü tartışmadan, yaşananları bir an önce kayıt altına alma düşüncesiyle yola çıkmış belgeseller görüyoruz. Memleketin her yerinden hikayeler, acılar fışkırıyor ve engellenmeden, yaşlı kişilerse söz konusu olan, o kişiler ölmeden çekelim düşüncesi var. Siz estetik ile mesele arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz? 
Bence bu önemli bir tartışma. Özellikle sinemanın canlanmasıyla birlikte belgesel sinemanın yüzde 80, 90’ı belgelemeye yönelik, arşiv amaçlı çekildi. Hatta sözlü tarih çalışmalarını belgesel diye izledik. Tabi ki bunlar değerli çalışmalar, toplumsal hafızamız açısından. Ancak sanat dediğimizde başka şeyler gerekiyor. Ünlü bir sinemacının güzel bir lafı var: Ya gerçek fanteziye dönüştüğü zaman, ya da fantezi gerçeğe dönüştüğü zaman mucize, sanat olur. Hakikaten kurmaca bir şeyi gerçeğe yaklaştırmadığınızda kopuk kalıyor, ya da gerçeği alıp fantezi boyutuna çıkarsa aslında sanat değeri taşır. Bu belgesel açısından çok önemli ve ancak bu aşılırsa dünya seyircisine ulaşabileceğimizi düşünüyorum. Sözlü tarih çalışmaları konunun çevresindeki kişilerin ilgisini çekebilir. Ama Arjantin’deki seyirci “bana ne o konuşan kafadan?” diyebilir. Sanat dediğimiz şey burada devreye giriyor. Arjantin’deki seyirciye de izletebilecek, genele hitap edecek bir dil bu bahsettiğimiz sorunun giderilmesiyle oluşabilecektir. 
Türk yönetmenler Nuri Bilge Ceylan’a, Kürt yönetmenler de Kazım Öz’e bakar meselesine ne diyorsunuz? Sizin isteğiniz dışında gerçekleşen bir şey ama var. 
Yani, ne diyebilirim? Bakıyorlarsa bizim insanlığa, sanatın gelişimine ve bulunduğumuz coğrafyadaki insanlığın sorunlarına çözüm üretebilecek daha fazla sorumluluğumuz var demektir, daha doğru ve iyi işler yapabilmek için. 
Bundan sonraki projeleriniz nelerdir? 
Bir Dersim hikayesi ve yine docudrama olacak. 
***************************************************************************** 
Kazım Öz 
1973, Tunceli / Kürt sinema yönetmeni, senaryo yazarı. Yıldız Teknik Üniversitesi'nde İnşaat Mühendisliği eğitimi gördü. 
2013 - Bir Varmış Bir Yokmuş 
2010 - Son Mevsim: Şavaklar 
2008 - Fırtına 
2005 - Dür / Uzak 
2001 - Fotoğraf 
1999 - Toprak 
                                                 |