Dünyanın hâkimi olduğu kadar bütün sektörlerin de hâkimi erkeklerdir gibi bir izlenim oluşmuş durumda. Hatta James Cameron bile filmin başrol erkek oyuncusuna “I’m the king of the world” dedirtmiştir. Hadi bizler ataerkil bir düzen içinde yetişen lakin bunu yavaş yavaş kıran bir toplum iken Batı dünyasının bizden aşağı kalmayan yapısına ne demeli?
Başta da belirttiğim gibi tüm sektörlerin hâkimi erkekler ise sinema için de durum farklı değil. Bunun en önemli sebebi uzun yıllardır kadınların meta ya da cinsel bir obje olarak beyazperdede yer alması. Değişen dünya ve gelişen ama hepsinden önemlisi değişen düşünce yapısına istinaden kadınların da artık seslerinin daha yüksek çıktığını söylemek bir hata olmaz. Kadınların sürüklediği, tür ayrımı olmaksızın sinemaları dolduran filmleri izlemekteyiz. Önceden nasıldı? Erkek egemenliği o kadar baskındı ki afişlerin hemen hepsinde aktörlerin isimleri her daim büyük puntolarla yazılmaktaydı. Eğer ki birden fazla isim yazılacaksa aktrisler bu şansı elde edebiliyordu. Sayıca az da olsa kadın karakterlerin üzerine kurulu bir iki film (Çelik Manolyalar, Kızarmış Yeşil Domatesler gibi) geniş bir dağıtımda vizyon ve seyirciden ilgi görmekteydi. Her konu başlığında olduğu gibi bu konunun da bir istisnası var ve beğensek de beğenmesek de bu istisnanın adı Julia Roberts. Yatağımdaki Düşman (Sleeping with the Enemy) gibi gerilim tadındaki bir filmi bile tek başına sürükleme gücüne sahip ender kadın oyunculardan biri olmayı başardı doksanlı yılların hemen başında. Yeri gelmişken bu konudaki ilginç bir anekdotu da vermek lazım. The Blind Side (Kör Nokta) (Sandra Bullock’un başrolünde olduğu, ona kariyerinin tepe noktası gişe ve Oscar’ı getiren film) afişte filmin adının üstünde bir aktrisin ismi yer alıp iki yüz milyon dolardan fazla gişe yapan tek film olma özelliğine sahiptir.
Büyük yönetmenler olarak anılan isimlerden Alfred Hitchcock dışında kadınların merkezde olduğu hikayeleri peliküle aktaran az sayıda yönetmen bulunmakta. Ridley Scott, Martin Scorsese, Steven Spielberg, Quentin Tarantino ve Avrupa sinemasının medar-ı iftiharı Pedro Almodovar gibi isimler ise kariyerinde güçlü kadın filmleri olan diğer yönetmenler. Ridley Scott, Alien (Yaratık) serisinin ilk filminde Sigourney Weaver’ı yıldız mertebesine yükseltmiştir. Devamında en feminist filmlerden biri olan Thelma ve Louise ile kariyerinde vites büyüttükten sonra başarı çizgisini düşürse de yine bir kadın başrole teslim G.I. Jane ile kadına sektörde hakkını teslim eden yönetmenlerden biri oldu. Martin Scorsese bile testosteron seviyesi yüksek filmler çekiyor olsa da kariyerinde Alice Doesn’t Live Here Anymore (Alice Artık Burada Oturmuyor) ile kadına olan saygısını perdeye aktaran isimlerin arasına dahil olmayı başardı. Spielberg ise Afro Amerikalı iki kadının hikayesini anlattığı The Color Purple (Mor Yıllar) ile kariyerinin mihenk taşlarından birinin altına imza attı. Tarantino kendinden bekleneni yaptı ve Uma Thurman’ı adeta bir fetiş kıvamında yönettiği intikam hikayesi Kill Bill ile intikamın kadın halinin nelere kadir olabileceğini gösterdi. Ve Almodovar… İspanyol sinemasının dünyaya en büyük armağanlarından biri olan yönetmen, lezbiyen, gay ve kadınlar üzerine oldukça dokunaklı hikayeler anlatmış ve henüz ABD yapımı bir film çekmemiş de olsa okyanusun diğer yakasında da kendine yer edinmeyi başarmıştır.
İki binli yılların başlamasıyla birlikte geçmişten farklı olarak kadınları romantik komedilerin dışında kalan tür filmlerinde daha fazla izler hale geldik. Angelina Jolie kadın aksiyon kahramana dayalı filmlerin de iş yapabileceğini kanıtladı. Sadece Tomb Raider serisi değil Salt (Ajan Salt) ile de aksiyonun kadın halini bizlere izletti. Bahsi geçen filmler içerisinde eleştirel anlamda başarıyı yakalayanlar az sayıda lakin yatırım ve getiri açısından konuyu ele aldığımızda kadın oyuncuların da en az erkekler kadar güçlü olduğunu ispatladı. Meryl Streep gibi uzun yıllardır sektörde olup haklı bir saygınlığı elde eden oyuncuların son dönemde özellikle hafif gibi görülen ancak Streep’in elde ettiği Oscar adaylıklarıyla ön plana çıkan Devil Wears Prada (Şeytan Marka Giyer), Julie & Julia filmleri gişede de oldukça başarılı performans gösteren yapımlar oldu. Geçtiğimiz yılın en çok konuşulan ve ödüllerde de adı sıkça geçen The Help (Duyguların Rengi) yine kadın dünyasının çıkmazlarını ve enerjisini perdeye aktarırken olumlu notlar almayı da başardı. Yine yukarıda bahsi geçen gişe başarısı ve sanatsal başarı dengesini tutturamamış Sex and the City’nin sinema uyarlaması dört farklı kadın karakter üzerinden ikili ilişkileri mercek altına aldı. Tüm bu yapımların dışında yine güçlü karakterler üzerine kurulu ama eleştirel başarıyı da yakalamış daha minimal Secrets and Lies (Sırlar ve Yalanlar), Calendar Girls (Takvim Kızları), Dogville, Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans) gibi filmler dünya sinemasından izleyicisine armağan edilen filmler.
Bu kadar lafı niye mi ettik? 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gelmişken ben de sinemanın perspektifinden bu özel günü irdelemek istedim. Konsantre ama bir işe yaramaz gibi gözüken lakin üzerine düşünülmesi gereken, kadına dair pek çok farklı sosyal sorunu gündeme getirmesiyle kıymetli olan Kadınlar Günü kutlu olsun. |