(Bu yazı yazarın imzasıyla Antrakt Sinema Gazetesi'nin 8-14 Mart 2013 tarihli birinci sayısında yayımlanmıştır.)
Her geçen yıl hayatımıza dahil olan her bir tekil olgu kendi değişimini yaşayarak zamana ayak uydurmaktadır. Sanat da bu değişimden kaçınılmaz olarak payını almaktadır. Her sanat dalı yaşanılan döneme dair ipuçları içeren eserleri ile kendinden önce ve sonra gelen akımlardan farklıdır. On Dokuzuncu Yüzyıl’ın sonlarına doğru Lumiere Kardeşlerin La Ciotat Garı'na Trenin Varışı’nı anlatan hareket eden resimlerinin yıllar geçtikçe tüm dünyada en güçlü sanat dalı haline geleceğini kimse tahmin etmiyordu. Daha sonra “Sinema” adı verilen bu sanat dalına dair Türkiye’de ilk gösterim, Bertrand adlı bir Fransızın II. Abdülhamit zamanında, 1896’da, Saray’da yaptığı gösterimler ile başlamıştır.
Her dönemin kendine has özelliklerinin olmasının yanı sıra, ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik durumdan etkilendiği inişli çıkışlı süreçlerin ardından Türk Sineması, 90’lı yılların başında duraklama döneminin tepe noktasına erişti. Sanılanın aksine sektör hiçbir zaman dibe vurmadı. Yeni film sayısında hemen her yıl belirli bir oranın altına düşülmese de çekilen filmlerin sinema salonlarında gösterim şansı bulması giderek daha zor bir hal almaya başladı. Böyle bir dönem yaşanırken hiç beklenmeyen bir şey oldu ve Türk Sineması izleyicisiyle, Mustafa Altıoklar filmi İstanbul Kanatlarımın Altında ile, deyim yerindeyse, barış antlaşması imzaladı. Aynı yılın sonlarına doğru vizyon yüzü gören Yavuz Turgul yönetimindeki Eşkıya ise imzalanan antlaşmanın kurallarının altına kalın bir çizgi çekti. Film, 2001 yılına kadar, ulaştığı iki buçuk milyonu aşan izleyici sayısıyla, en çok izlenen Türk Filmi olma rekorunu elinde tuttu.
Pekiyi bu iki filmin diğerlerinden ayrılmasını sağlayan neydi? Her şeyden önce iki filmin ortak özelliği başarılı bir pazarlama ile gösterime sokulmasının yanında filmlere ait müziklerin de aynı dönemde dikkati çekecek şekilde geniş kitlelere tanıtımının yapılmasıydı. İstanbul Kanatlarımın Altında için Tuluyhan Uğurlu tarafından bestelenen ve Gülay’ın seslendirdiği Aşk, ezgileri ve sözleri ile dinleyiciyi avucuna alarak filmin kendisinden de fazla ilgi gördü. Şarkının kliplendirilmesi ise televizyon sebebiyle sinemaya küsen izleyicide farkındalık yarattı. Aynı şekilde Eşkıya için Erkan Oğur’un yeniden düzenlemesiyle görücüye çıkan Fırat Ağıtı’nın lokomotif olduğu Eşkıya müzikleri de benzer bir etkiyi yaratarak kitlelerin sinema gişeleri önünde kuyruk olmasında pay sahibi oldu.
Yapımcılar artık sadece iyi film çekmenin yeterli olmadığı, ellerindeki eserlerin pazarlanmasının da gerektiğini kavradıktan sonra Türk Sineması’nın Rönesans dönemi yaşanmaya başlandı. Yeniden doğuşunun tadını çıkartan sektör, yıllar geçtikçe Amerika ve Avrupa kökenli yapımların sistematiğini kendi kültürümüze uyarlayarak seri üretime geçişin sinyallerini vermeye başladı. 2001 yılında vizyona çıkan ve sinema salonlarında deprem etkisi yaratan Vizontele, televizyondan beyazperdeye Deli Yürek: Bumerang Cehennemi, Asmalı Konak: Hayat yapımlarıyla Türk filmlerinin salon bulamama sorunu da aşılmış oldu. Hatta Çağan Irmak’ın izleyiciyi gözyaşına boğan Babam ve Oğlum sadece komedi ya da aksiyonun değil iyi bir dramın da izleyici nezdinde kıymetli olduğunu kanıtladı.
İbreyi yüz seksen derece döndüren şey ise sektörün kendi içinde dengelerinin değişip para kazandırmaya başlamasıyla yeni nesil yapımcıların sinemaya sıcak para getirmesi oldu. Hemen her yıl en çok izlenen filmler listesinin tepesinde ve listenin büyük çoğunluğunda Türk filmlerinin adı geçer oldu. Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik karakterinin sinema uyarlamasının başarısı tıpkı Hababam Sınıfı zamanındaki gibi devam filmlerinin çekilmesinin önünü açtı. Aslında her iki taraf da halinden memnundu. İzleyici önüne konulan eserle gülüyor, ağlıyor, adrenalin pompalıyor ve korkuyorken; yapımcılar ise sattıkları biletlerin karşılığında yatırdığı parayı geri kazanıyordu. Bütün bunlar olup biterken her ülkenin sinema sektöründe olduğu gibi Türk bağımsız yapımları kavramı oluştu. Bu yapımlar da ulusal ve uluslar arası arenada elde ettikleri başarılarla ses getirmeye başladı. Zeki Demirkubuz, Serdar Akar, Kudret Sabancı gibi isimlerin “Yeni Sinemacılar”ı, Reha Erdem, Derviş Zaim yurt içindeki festivallerdeki ödülleri topladı. Başka bir bağımsız, Nuri Bilge Ceylan ise Uzak filmi ile devamında çok daha büyüklerinin habercisi olan Cannes Film Festivalinden Büyük Jüri Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile dönerek bambaşka bir kapıyı araladı.
Günümüzde, özellikle son 3 yıldır, sinemanın para kazandıran bir sektör haline gelmesi ile teknik ekipman ve başka bir çok sarf malzeme kullanımı kira ve ücreti hesaplı hale gelirken dijitalleşmenin de etkisiyle son derece hareketli bir dönem yaşamaktayız. Her türde film denemeleri, örneğin durum komedisi Bana Bir Soygun Yaz, peliküle aktarılırken seyirci beklentisinin şifrelerini çözümleyen yapımlar geçen yıllar ile sinemayı daha çekici ve güçlü bir sanat dalı haline getirmeyi başardı. |