32. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma Bölümü’nde Altın Lale için yarışan filmlerden biri Köksüz. Film, babalarının ölümünden sonra bocalayan üç çocuklu bir aileyi, anne-kız çatışmasını merkeze alarak, psikanalitik ve Freudyen göndermelerle anlatıyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni Deniz Akçay Katıksız’ı Ayrılsak da Beraberiz, Yarım Elma, Hayat Bilgisi, Büyük Yalan, Şöhret, Küçük Kadınlar, Babam İçin gibi dizilerin senaristi olarak tanıdık. 2000 yılından beri senaryo yazan Akçay, Ege Üniversitesi’nde Tarih ve Sinema TV bölümlerinde okudu.
Köksüz filmini yönetmeni ve senaristi Deniz Akçay Katıksız ile konuştuk.
Filmi bitirdim ve ilk defa dedim ki;
“Benim babam öldü!”
Gülhan Düzgün: İzlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar mı sizi böyle bir hikaye anlatmaya yöneltti, etrafınızda tanık olduğunuz bir gerçeklikten mi yola çıktınız? Yoksa Köksüz, sizin kendi hikayeniz mi?
Deniz Akçay: Köksüz, biçemi açısından kurmaca olmasına rağmen, özü gerçek bir hikayeye dayanan bir film. Aile bireyleri, kurmaca karakterlerin birebir karşılıkları olmamasına rağmen, benim hayatımdan bir parça. 7 senelik psikanalitik terapinin sonucu.
Anne-kız çatışması bizde pek işlenmeyen bir konu. Üstü örtülen fakat çok sık görülen bir çatışma. Terapistimin, çok sevdiğim bir cümlesi var: “Anne ile kız ilişkisi daha en başından, ikisinin de taşıdığı cinsel kimlik dolayısıyla ayrılmamacasına özürlüdür. Çünkü onlar hem birbirlerinin aşkı hem birbirlerinin rakibidir.” Bu ilişkiyi sağlam inşa etmek için daha en başından her iki tarafın da çok çaba sarf etmesi gerekiyor. Biz bunu bilen bir nesille büyümedik. Köksüz, benim ailemden çıkmış fakat kurmacaya çevrilmiş bir öykü.
GD: Anneniz senaryoyu okudu mu? Tepkisi ne oldu?
DA: Annem senaryoyu okuduktan sonra uzun bir süre kendine gelemedi. Bittiği zaman “neyse benimle meseleni kapatmışsın diye düşünüyorum” dedi.
GD: Siz, babanızın ölümünü uzun süre kabullenmek istememişsiniz.
DA: Kabul edemediğim bir gerçeklikti bu. Terapide de bir türlü kabul edemediğim, öfkesini yenemediğim bir duyguydu. Birinci dereceden yakınların vefatında ilk gözlenen durum; hayal kırıklığı ve öfke oluyor. 16 sene oldu babam öleli.
Filmi bitirdim ve ilk defa dedim ki; “Benim babam öldü.” .
Filmin fragmanın açılış sahnesi: Tek Başımıza. Benim çok içime dokunuyor. Anne, iki kızıyla gece dışarıya çıkamıyor. Gece dışarıya çıkmak için üç kişi olsan da bir adam etmiyorsun.
GD: Anne-kız çatışması Türkiye sinemasında görmediğimiz bir konu. Böyle bir film çekmeye nasıl karar verdiniz?
DA: Hep bir köşeden bu konuda çekilmiş bir film çıkacak diye bekledim. Cesaret mi edilemedi, değer mi görmedi bu kadar mühim bir mesele bilmiyorum. İlişki kurmayı öğrendiğimiz yer anne, anne göğsünden çıkıp devam ediyoruz hayata. Çok muazzam bir çatışma ile öğreniyoruz.
Çok mükemmel görünen anne kız ilişkilerini bile deştiğinizde, temelinde çatışma olduğunu görüyorsunuz.
Anneyi hep idealize ediyoruz. Bizde anne, cennetin temsilcisi ve her zaman fedakar. Her zaman fedakar olan çok az anne tanıdım ben. Hele ki fazla çocuk için kendini vakfettiyse, yorgunluk ve hayal kırıklığı ile belli bir yaştan sonra daha da bencil olma eğilimindeler. Belki de haklılar, çünkü kendi hayatlarına dönüp bakıyorlar ve tüm hayatlarını başkaları için feda ettiklerini görüyorlar. Bu öfkeyi taşıyamıyorlar. Bizler anneliği pamuklara sarıyor, kutsallaştırıyoruz.
GD: Filmde Feride rolünde izlediğimiz Ahu Türkpençe ile yakın arkadaş olduğunuzu duyduk, dostluğunuz nasıl başladı?
DA: Hep uzun metraj yazmak istedim ama hiç cesaret edemedim. Ahu ile Şöhret adlı dizide tanıştık. 2 sene sonra bir akşam Ahu’dan bir e-posta geldi bana: “Sen neden sinema filmi senaryosu yazmıyorsun?” diye.
Buluştuk, “senin uzun metraj yazman lazım, çektiğin acıyı görüyorum. Her neresinde olmamı istiyorsan varım, istersen figürasyon yaz” dedi. Bundan sonra arkadaşlığımız gelişmeye başladı. Ben yine korktum ve senaryoyu yazamadım.
Fakat ne zaman senaryo gelişmeye başladı, gözümün önünde Ahu Türkpençe vardı. Karakterlerimiz de, hayat algımız da benzeşir. Ahu, filmi çok sahiplenip içine girdi, sette benim işimi kolaylaştırdı bu durum.
Aslında o kadar karanlık ki içinde yaşadığımız hayat, biraz sos katmazsak, tahammül etmek ve yeni bir güne başlayabilmek çok zor. Bu hafta Emek Sineması eylemini yaşadık. Benim 9 aylık bir kızım var, kendimi o kadar umutsuz ve yorgun hissettim ki… Biz bu çocuğa ne verebiliriz, bir sinema salonu için sesimizi çıkaramıyoruz.
Filmi, çok tedirgin çektim. Bu kadar öznel bir hikayeyi çekebilmek çok zor. Karnında bir yeri bıçakla deşiyorsun ve o yarayı açıp herkese gösteriyorsun, o kadar zor ki…
GD: Filmde Nurcan’ı yani anneyi oynayan Lale Başar çok başarılı bir performans sergiliyor. Oyuncunuzu nasıl seçtiniz?
DA: Anne rolünde aradığım şey arızaydı. Lale Başar, agresyona bağladığı zaman ifadesi hemen o agresyona dönüyor. Lale Başar’ı daha önce hiç tanımıyordum, fotoğrafını gördüğüm an peşine düştüm. Görüştük ve daha ikinci cümleyi kurarken benim kafamda anne rolü için Lale Başar netleşmiş oldu. Sağ olsun iki ay boyunca gün aşırı, tam gün -sabahtan akşama kadar- geldi. Karakterin her sahnesini anlamak için çabaladı. “Bir oyuncu için, hem çok kolay hem çok zor bir yönetmensin” dedi. “Kafan çok net, o netlik oyuncunun elini kolaylaştırıyor. Çok zor çünkü senin kafandakini bulmak için çırpınıyorum. Hareket edemiyorum, tam olarak kafandakine bürünmeye çalışıyorum.” dedi. İkimiz için de süreç kanamalı oldu.
İlker karakterini oynayacak oyuncuyu bulamıyorduk. Lale Başar’ın oğlu Savaş Alp Başar oynadı. İnsanlar bakınca “bu bir aile” desin istedim. Aile bireyleri birbirine benzesin istedim. Başrol yok, başrol “aile” bu filmde. O benzerlik bir vücut oluştursun istedim.
GD: Neden filmi İzmir’de çektiniz?
“ Annem senaryoyu okuduktan sonra uzun bir süre kendine gelemedi. Bittiği zaman “neyse benimle meseleni kapatmışsın diye düşünüyorum” dedi.”
DA: İzmirliyim. Bildiğim topraklar, bildiğim atmosfer, bu kadar kendimden bir hikayeyken, başka bir yere uyarlamak istemedim. Çamdibi bilmediğim bir mahalleydi fakat duygusu, dokusu bize hizmet eden bir yerdi.
Film, 10 aylık bir sürede geçiyor. Yaz sonundan başlayıp, ilkbaharın başlangıcında bitiyor.
GD: Filmin finali gerçekten çok çarpıcı. Anne ne yapmaya çalışıyor?
DA: Aslında anne, film boyunca sanki kocası ölmemiş de, daha genç bir kızla gitmiş gibi davranıyor. Bir kere daha kocasını kaybedecek gücü yok. Saatli bir bomba gibi, kendisini imha ediyor. Kendini yok etmek pahasına, kızına hayatı zehir etmek istiyor. İkinci bir kaybı yaşamaya cesaret edemiyor.
GD: Çinli Amerikalı kadın yazar Amy Tan’in Talih Kuşu ve Mutfak Tanrısı başta olmak üzere tüm romanları anne kız çatışmasını anlatır. Talih Kuşu adlı romanından sinemaya uyarlanan The Joy Luck Club (1993) adlı filmi de oldukça etkileyicidir. Amerika’da Asyalı annelerin çok otoriter ve disiplinli olmaları, kız çocuklarını katı kurallarla yetiştirmeleri üzerine filmler ve romanlar var. Bu konu üzerine sevdiğin bir film var mı?
DA: Gilmore Girls dizisi üç kuşaktan anne kız çatışmasını anlatır, dizideki en katı anne Mia adında Uzakdoğulu bir kadındır. İronik bir biçimde Mia, Independence Inn (Bağımsızlık Oteli) adında bir otel işletir. Çok katı, gelenekçi, kızına kök söktüren Uzakdoğulu anne Mia, bizim annelere benzer.
“ Tek başımıza! 3 kişi olsan da bir adam etmiyorsun!”
Dizide çok naif bir dil kullanılır, hiç dizi trüklerine girmez. Time Dergisi’nin tüm zamanların en iyi ilk 50 TV dizisi listesindedir.
GD: Filmin, festivalde yarışma bölümüne seçilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
DA: Ben yıllardır film festivalinde film seyrediyorum. Köksüz’ün afişini burada görünce oturup ağlamak istedim. Bu benim için çok mucizevi bir şey. Yarışmadan da bir ödül gelirse bal kaymak olur. Bu yarışmaya seçilmek bile çok mühim. Ortak yapımcım M3 Film’den Marsel Kalvo ile bu sürecin tadını çıkaralım, ilk defa bir festivalin katılımcısıyız, bu duyguyu yaşayalım, bir şey ummayalım diye düşünüyoruz.
GD: Köksüz, İstanbul Film Festivali’nde dünya prömiyeri yapacak. Başka festivallere başvurdunuz mu?
DA: Filmimiz yeni bitti ve ilk başvurumuzu İstanbul Film Festivali’ne yaptık. Yarışmaya kabul edildiği haberi gelince 12,5 dakika çığlık attım. “Yarışmaya seçilmeyi zaten bekliyordum” gibi yapamıyorum. Soğukkanlı ve cool davranamıyorum. Heyecanımı gizleyemiyorum.
“ Anneliği pamuklara sarıyor, kutsallaştırıyoruz.”
GD: Film, destek aldı mı?
DA: Kültür Bakanlığı’ndan ilk film desteği aldı. M3 Film’den Marsel Kalvo ortak yapımcımız oldu. Kendi şirketimiz olan Zoe Film’in desteği ile yaptık. Zoe, köpeğimin ismi. Aslında, çok sevdiğim bir Nazım Hikmet şiirinden alınmadır. Rumcada hayat demektir. Eşim Ahmet Katıksız yönetmen yardımcılığı ve yapımcılık yaptı. Herkesin gönlüyle geldiği bir set oldu. Bu sanırım parasızlıkla ilgili bir durumdu. Hocamız Onur Çakalöz, Yaşar Üniversitesi’nden sinema öğrencilerini gönderdi sette çalışmaları için. Filmin görüntü yönetmeni Ahmet Bayer ve sanat yönetmeni Haluk Ünlü de gönüllerini koyarak geldiler. Herkese çok teşekkür ediyorum.
“Bu kadar öznel bir hikayeyi çekebilmek çok zor. Karnında bir yeri bıçakla deşiyorsun ve o yarayı açıp herkese gösteriyorsun, o kadar zor ki…” |