Bu sayfada yeralan verilerin tamamı özgün içeriktir. Antrakt Sinema’dan izin almadan tamamı ya da parçası kopyalanamaz, kullanılamaz.

 

Yılmaz Güney’in mirası neydi? - 2

Hakan Sonok Yazıları

*Feri Cansel vefalı ve sadık bir sevgiliydi.Yılmaz Güney’i iki tabancayla birlikte yakalanıp tutuklandığında adliyede ya da askerliğini yaptığı Muş’ta yalnız bırakmamıştı.

*Yılmaz Güney, “Terzilerin Kraliçesi” Mualla Özbek’i (1914-90)  öz annesi gibi seviyordu.Hatta Mualla Hanıma “Ana” diye hitap ediyordu.Mualla Özbek, Duygu Sağıroğlu’nun yöneteceği, Yılmaz Güney ile Türkan Şoray’ın oynayacağı bir film yapmayı çok istemesine rağmen bu amacına ne yazık ki ulaşamadı.

*1971 askeri darbesi sırasında Yılmaz Güney, tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberlerini almıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır.Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.

*Yılmaz Güney: (yazdığı dilekçeden) “1964-65 yıllarında oynamış olduğum, ”Kasımpaşalı”, “Kasımpaşalı Recep” ve “Beyaz Atlı Adam” adlı filmlerimin isimleri, afişleri değiştirilerek, yeni çekilmiş filmler gibi tekrar vizyona çıkartılarak seyirci aldatılmaktadır.”

*Hülya Koçyiğit: “Yılmaz Güney’le çevirdiğim Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Zeyno”da da şöyle bir olay yaşadım : Filmin afişi Elmadağ Şan Sineması’na asılmıştı.Afişte üstte Hülya Koçyiğit, altında da Yılmaz Güney yazıyor.Sabahleyin bir de baktık ki Hülya Koçyiğit yazısının üzeri kurşunlanmış.Tabii anladım: Yılmaz Güney gece gidip kurşunlamış afişi.”

*Yılmaz Güney: (Nebahat Çehre’ye) “Yavrum, sen benim kadınımsın. Dün akşamdan bu yana seni düşünmek beni yordu bebeciğim. Boynumda, kollarımda zincirsin sen yavrum. Yeryüzündeki bütün kağıtları senin isminle doldurmak istiyorum: Nebahat!.. Nebahat!.. Nebahat!..” tarzında mektuplar yazıyordu.

*Hülya Koçyiğit: “Yılmaz Güney’in adını duyurduğu filmler daha çok vurdulu kırdılı filmlerdi.İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde filmleri gösterilmezdi.Ben de onunla film çevirip çevirmeme konusunda çok düşündüm, ama sonunda kararımı verdim.Birlikte iki film çevirdik.”

*Agah Özgüç: “Yılmaz Güney 1960’ların ikinci yarısından itibaren büyük paralar kazandı.O  dönemde en yüksek ücreti alan Ayhan Işık ücretini film başına 75 bin lira yapınca, Yılmaz Güney’de onu taklit eder ücretini 75 bin liraya çıkartırdı.Ancak Güney parayı elinde tutmayı bilmezdi, beceremezdi.Cebinde sadece 20 lira olsun, onu kendisinden isteyene çıkarır verirdi.Bonkör bir Ağa gibi davranırdı.Para dağıtırdı.Filmlerinde canlandırdığı adalet dağıtan romantik gangster karakterleri gibi davranırdı; hareket ederdi.Ne yazık ki asalak insanları kendisinden para istemeye alıştırmıştı.”

* Hülya Koçyiğit: “Yılmaz Güney’le film çevirmemi teklif ettiklerinde ilk başta şaşırdım ama zamanla bu fikre alıştım. Yılmaz Güney’in filmleri önce Anadolu’da oynardı. Bizim filmlerimiz Yeni Melek Sineması’nda mı gösteriliyor, onun filmleri daha ikinci sınıf salonlarda oynardı.Haliyle ben büyük salonlara hitap ettiğimden, Yılmaz Güney ile yaptığımız filmler de büyük salonlarda oynadı. ”Şehirleştirdim” diyemem ama büyük şehir insanın kafasındaki Yılmaz Güney imajını birlikte değiştirdik sanıyorum.”

*Zahit Atam: “1970’lerin sonlarında “Sürü”, “ Düşman”, 1982’de “Yol” dünya sinemalarına çıktığında Yılmaz Güney’in Üçüncü Dünya Sineması’nın en önemli temsilcilerinden birisi olduğu kabul edilmişti.”

*** ***

Yılmaz Güney ve para
 “Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönerken cebimizde eve gidecek paramız yoktu! ”Umut” için gerekeni kuruş kuruş biriktirmiştik.”Yol” filmi için hapishanedeki mahkumlar dayanışma göstermişlerdi. Yılmaz Güney’in parası yoktu; çünkü parasını hep çevresindekilere dağıtırdı!”

Fatoş Güney, Yılmaz Güney’in parayla ilişkisini böyle özetlemişti.

Orhan Kemal, Kemal Tahir, Aziz Nesin, Orhan Veli Kanık kadar olmasa da Yılmaz Güney’de daima para sıkıntısı çekmiştir.

Aziz Nesin, Yaşar Kemal  gibi derin bir yoksulluktan gelen Yılmaz Güney filmlerden eline yüksek gelirler geçtiğinde son derece eli açık olduğundan ve tutumlu olmak ne demek bilmediğinden kazançlarını çevresindeki insanlara biraz savurganca dağıtmıştır.Yılmaz Güney, Öztürk Serengil, İbrahim Tatlıses ve Mehmet Ali Erbil gibi kumar oynamayı da severdi.

Agah Özgüç, bu konuda şunları söylüyor: “Yılmaz Güney 1960’ların ikinci yarısından itibaren büyük paralar kazandı.O  dönemde en yüksek ücreti alan Ayhan Işık ücretini film başına 75 bin lira yapınca, Yılmaz Güney’de onu taklit eder ücretini 75 bin liraya çıkartırdı.Ancak Güney parayı elinde tutmayı bilmezdi, beceremezdi.Cebinde sadece 20 lira olsun, onu isteyene çıkarır verirdi.Bonkör bir Ağa gibi davranırdı.Para dağıtırdı.Filmlerinde canlandırdığı adalet dağıtan romantik gangster karakterleri  gibi davranırdı; hareket ederdi.Ne yazık ki asalak insanları kendisinden para istemeye alıştırmıştı.Sol görüşlü kimi anarşiştlerle olduğu gibi çoğu Kabadayıyla da yakınlıkları olan Yılmaz Güney kumarhane açılışlarına da davet edilirdi. Yılmaz Güney, Kabadayıların, Mafya Babalarının kumarhanelerinde çok para kaybetmişti. Tavlada kaybettiği için bedava oynadığı filmler vardı. Bu nedenle büyük bir serveti ve mal varlığı yoktu.

Yılmaz Güney, derin bir yoksulluktan geldiğinden Aziz Nesin gibi çocukluğunu yaşama olanağı bulamamış ve erken yaşta para kazanmak için çalışmaya başlamıştır.

Yılmaz Güney, ilk filmleriyle karnını doyurmayı, kirasını, faturalarını ödemeyi ve seyirciyi kendine yavaş yavaş bağlamayı hedeflemiştir. Yılmaz Güney’i  Yılmaz Güney yapan, ona hayranlar kazandıran filmlerinde, Yılmaz Güney mert, korkusuz, dokuz canlı, maço, erkek gibi erkek karakterleri canlandırmıştır.Bu açıdan Ayhan Işık’ın beyazperdeki tipiyle Yılmaz Güney’in beyazperdedeki tipi benzeşir.Yılmaz Güney, beyazperdede erkek gibi erkek görünümünü günlük yaşamında da en iyi taşıyan adamlardan biridir. Yılmaz Güney’in   üne kavuştuğu filmlerinde kendisine uygun gördüğü karakterler baştan kaybetmiş, hayata handikaplı başlamış, ezilmiş, itilmiş kakılmış ama boyun eğmemiş karakterlerdir. Onların (sokaktaki adamın) beyazperdedeki temsilcisidir. Yoksul, işsiz, tutunamayan, eğitimsiz, kısaca lümpen olarak adlandırılan insanlara itaat değil direnme, tutunma, cesaret, isyan, itiraz aşılamak istemiştir. Bu temel üzerine inşa ettiği karakterlerin bir başka özelliği de başkasının kadınında gözü olmamasıdır. Hedeflediği halk kitlelerinin kalbini işte böyle fethetmiş ve onların canlandırdığı karakterlerle özdeşleşmesini sağlamıştır.

Hatta hayranları “Umut”ta Yılmaz Güney’in canlandırdığı karakterin filmin Amerikalı karakterinden dayak yemesine çok bozulmuş, isyan etmiş, bu sahne fısıltı gazetesiyle kulaktan kulağa yayılınca film beklenen seyirci sayılarının yanına bile yaklaşamamış ve Yılmaz Güney’in en az seyirci toplayan filmlerinden biri “Umut” olmuştur.

Yılmaz Güney kendini anlatıyor:
“1961 Mayısı'nda cezaeviyle tanıştım.”

(1961’de  Yılmaz Güney, 5 yıl önce 13 Dergisi’ne yazdığı “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adını taşıyan öyküsünde Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle birbuçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezasına çarptırıldı.)

“Aralık 1962’de cezam bitti. Muhafazakarlığıyla ünlü Konya şehrine sürgüne gönderildim. Konya sınırlarından çıkamazdım. Her akşam polise imza vermeliydim. En çok imzayı polis defterine attım. 180 defa...”

1963: Konya sürgününden sonra “İkisi de Cesurdu” adlı filmiyle halk kitlelerinin ilk defa ilgisini çekti.

Yılmaz Güney’e ve birçok erkek oyuncuya sesini veren adam
Yılmaz Güney ve Fikret Hakan dahil pek çok erkek oyuncumuzun filmlerde duyduğumuz sesinin kendilerine ait değil Abdurrahman Palay’a ait olduğunu da bu arada belirtelim. Palay bu aktörleri seslendirerek onların sevilmelerine, benimsenmelerine en büyük katkıyı sağlamıştır.

Çirkin Kral lakabının doğuşu
Çirkin Kral lakabını Yılmaz Güney’e gazeteci Tarık Dursun Kakınç takmıştır. Tarık Dursun “Yılmaz Güney’e, beyazperdenin yakışıklı kralı Ayhan Işık kesme şeker gibi adam, senden olsa olsa Çirkin Kral olur” demişti.

O dönemde Milliyet Gazetesi için Yılmaz Güney’le söyleşi yapan Tarık Dursun ile Yılmaz Güney arasında şöyle bir konuşma geçmişti:

Tarık Dursun: “Nereden başlayalım?”

Yılmaz Güney: “Krallığımdan Aga’cım.”

Tarık Dursun: “Hangi krallığından Yılmaz’cığım, sinemada iki kral olur mu? Sinemada tek bir kral var, o da Ayhan Işık. Ayhan Işık kesme şeker gibi dört dörtlük bir erkek güzeli. Jön! Ya sen Yılmaz’cığım?”

Yılmaz Güney: “O kralsa Aga’cım  ben de kralım.Ne yapalım, Ayhan Ağabey kesme şeker gibi düzgün bir kralsa, ben de çirkin kralım.O güzelse, ben de çirkinim Aga’cım.O güzel kralsa, ben de çirkin kralım, olmaz mı yani?”

1964: Yılmaz Güney 10 film çevirdi.

1965: Yılmaz Güney 21 film çevirdi.

Temmuz 1965: Yılmaz Güney Taksim Sıraselviler’deki meşhur Kulüp 12’deki bir masada arkadaşları Tuncel Kurtiz ve Tülin Elgin’le birlikte yine  ortak arkadaşları olan şarkıcı Gülsün Kamu’yu hem izliyor hem dinliyorlardı.Yan masadan Gülsün Kamu’ya laf atılınca Tuncel Kurtiz laf atanlardan çenelerini kapamalarını istedi.Olay büyüdü.Çıkan arbedede üç kişi  çeşitli yerlerinden (İlhan Feyman boynundan, kardeşi Alper sol memesinin altından, Bülent Evci’de birkaç yerinden) bıçakla yaralandı.Bu üç kişiyi sustalı bıçağıyla yaralayan Yılmaz Güney’di. ( Agah Özgüç’ün “Türk Sinemasında İntiharlar ve Cinayetler Dosyası” adlı kitaptan).

Sokaktaki adam ya da Yılmaz Güney
Temmuz 1965 : Sinema 65 Dergisi’nde Agah Özgüç Yılmaz Güney’i konu alır. Yazının başlığı “Sokaktaki Adam ya da Yılmaz Güney” dir.

Bu yazıdan bazı bölümler: “Yılmaz Güney’in sanatla ilk ilişkisi Fikret Hakan gibi kelimelerle başladı.Bazı san’at ve edebiyat dergilerine Y. Pütün takma adıyla hikayeler yazıyordu. İktisat Fakültesi’nde öğrenimine devam ederken, Atıf Yılmaz’la tanıştı. Ve onun aracılığıyla da sinemaya geçti.”

“Yılmaz’ın asıl amacı geçek oyuncu olmaktı.Ne var ki, bu ilk zorlamaları, direnmeleri hep boşa çıktı. O özlediği oyunculuk çizgisinin dışında kaldı.Bu başarısızlığın başlıca sebebi o sıralarda Orhan Günşiray, Göksel Arsoy gibi yakışıklı jönlerin sinemada kurdukları hegemonya idi.Üstelik kenar mahalle delikanlısı tipinin temsilciliğini yapan ve köşe başlarını tutmuş iki oyuncu daha vardı karşısında: Ayhan Işık’la Eşref Kolçak. Böyle bir dönemde aradan sıyrılmak gerçekten zordu. Öyle ki Göksel Arsoy bir kalabalık arasında hemen dikkati çekerken, Yılmaz Güney’e belki de dönüp kimse bakmayacaktı. Yılmaz Güney her gün yolda rastlanabilecek neviden bir halk tipiydi. Kenar mahallenin ezilmiş delikanlısıydı. Sokaktaki adamdı. Bu “Sokaktaki Adam”ın kavruk, kuru yüzüne, iri yassı burnuna, ince yapısına başta prodüktörler olmak üzere bütün bir sinema piyasası önce güldü. Uzun bir süre tek başına kalmanın, özellikle anlaşılmamanın acısını yaşadı.Ve en son Cavidan Dora ile Orhon Arıburnu’nun yönetiminde “Tütün Zamanı”nı (1959) çevirdikten sonra silindi afişlerden.

Şöhretlerini sadece “bebek yüz”leriyle sürdürmeye çalışan jönlerin sinemadaki yaşayışları kısa oluyordu. İşte Yılmaz Güney üç mevsim sonra tekrar sinemaya döndüğünde, zaman aşımının getirdiği bu gerçekleri gördü.Ne Göksel Arsoy’un romantizmi, ne de Orhan Günşiray’ın filmlerdeki iğreti kahramanlıkları kalmıştı. Seyirci her iki tipi de itmişti. Eşref Kolçak da güçlükle ayakta durabiliyordu. Daima yüksek ücretler peşinde koşan Ayhan Işık ise piyasadaki ekonomik çıkmazın girdabına kapılmıştı. Öztürk Serengil’in “Tayfur”, Sadri Alışık’ın “Turist Ömer” tipleri de araya girmiş ve bir kör dövüşü başlamıştı.Bu furya içinde kenar mahalle delikanlısı tipinden açılan boşluğa Yılmaz Güney daldı.Başlangıçta ezildi, tökezlendi.Gene de yılmadı.Sonuna kadar direndi.Ve ”İkisi de Cesurdu” ile ilk çıkışını yaptı.Bu filmde çizdiği Kabadayı Ali Duran tipi Türk sinemasına Yılmaz Güney’i ikinci defa getirdi.Kısa bir süre içinde adı iyi oyuncuya çıktı Yılmaz Güney’in.

Yılmaz Güney’in “Çirkin Kral” sloganı da ortaya şöyle atıldı. Prodüktörler Cemiyeti’nin bir toplantısında konuşuluyordu. Söz Yılmaz Güney’e geldi: “Yılmaz Güney’in bütün çirkinliğine karşılık filmleri Anadolu’da iş yapıyor.Çirkin bir adamın bu derece tutulması şaşılacak şey!” dediler.

Gerçekten de çirkin dedikleri bu genç oyuncunun filmleri para getirir olmuştu.”Koçero”, “Kara Şahin” ve özellikle “On Korkusuz Adam” bu filmlerden sadece birkaç tanesiydi.

Yılmaz Güney, Tunç Başaran’ın yönettiği “On Korkusuz Adam”da, Türk sinemasına bir yeni tip getiriyordu.Bu yeni tipin adı “Konyakçı”ydı.Ve bütün macerası bir konyak şişesine bağlanmıştı. Anadolu seyircisi sevmişti “Konyakçı”yı.Kırık bakışlarında , ezik gülüşlerinde kendilerini bulur gibi oldular.Bu seyirciyle Yılmaz Güney arasında sempatik bir yakınlaşmanın sonucuydu.”Konyakçı” tipi, Yılmaz Güney’in tutarlı olması için belki de bir vesileydi.Asıl gerçek halk içinden gelmiş basit görünüşlü bir kişinin, halkın sözcülüğünü yapmasıydı.İşte bu sözcü toplumun alt katında yaşayan seyirciyi aşağılık duygusundan biraz olsun sıyırabildi.Üstelik bu katın seyircisi bebek yüzlü jönleri tutan, genellikle evde kalmış, resimli roman okuyucusu kızlardan daha az kaypaktı.

Anadolu seyircisinin Yılmaz Güney’i tutması da birden prodüktörlerin gözlerini açmıştı.Hazırlop bir mirasa konarcasına Yılmaz Güney’in üzerine gidip : “Yılmaz Bey, acaba hangi aylarda boş günleriniz var? Sizinle çalışmak isteriz,” dediler.

Jönler arasında iyi oyuncu sloganının öncülüğünü yapan Fikret Hakan’a Turgut Özatay, Ahmet Mekin ve en sonra da Yılmaz Güney katılınca, Türk sinemasında yeni bir dönem başladı: Güzel adam hegemonyasının çözülüşü ve Çirkin Adam döneminin başlayışı.

Kavruk yüzlü, iri gölgeli, yassı burunlu, Yılmaz Güney’in ağır bastığı bu yeni dönemde, Ayhan Işık’ın fiyatı inmiş, bazı jönler ucuza oynadıkları için fazla iş yapar olmuşlardı.Bu arada sarsıntı geçiren tiplerden biri de Öztürk Serengil’in Tayfur’u olmuştu.Sadri’nin Turist Ömer’ine de yol görünmek üzereydi.

“Başarıyı sürdürmek, yalnızca halkın sempatisine bırakılmamalıdır. Gerçek oyuncu, verdiğini değil, vereceğini düşünen ve her denemesiyle kendini aşan bir kişidir ” diyen Yılmaz Güney’in , Ayhan Işık ve Eşref Kolçak’tan teslim aldığı Kenar Mahalle Delikanlısı tipini olanca gücüyle, yaşatmaya çalıştığı görülüyordu.”

“Üçünüzü de Mıhlarım” dönemi
Agah Özgüç, Yılmaz Güney’in “Üçünüzü de Mıhlarım” dönemini  şöyle anlatıyor: “1965’te Yılmaz Güney’in oynadığı sıradan, düzeysiz filmlerden biriydi “Üçünüzü de Mıhlarım”. Bir kan davası konusunu işleyen “Üçünüzü de Mıhlarım”, 1994 yılının başlarında evinde çıkan bir yangın sonucu ölen Bilge Olgaç’ın yönetmenliğini yaptığı ilk filmdi.Güney yapımcı Hasan Kazankaya adına çevirdiği filmde, babasını camide namaz kılarken öldüren üç kardeşin izini sürerek intikam alıyordu.O dönemde bu ve buna benzer filmler Anadolu sinemalarında seyirciden çok büyük ilgi görüyordu.Özellikle çocuk ve genç izleyiciler bu tür filmleri yürekten alkışlayarak çirkin krala sevgi gösterisinde bulunuyorlardı.

“Büyük Yemin” adlı filminde (1970) “Üçünüzü de Mıhlarım”ın konusunu bir kez daha kullanan Memduh Ün, “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” da “Üçünüzü de Mıhlarım”ı şöyle anlatır: “ ‘Üçünüzü Mıhlarım’ın bir Meksika filminden alındığını duymuştum.”

1966: Yılmaz Güney 13 film çevirdi.

Hülya Koçyiğit Yılmaz Güney’i anlatıyor:
1966: Senaryosunu Lütfi Akad’ın yazdığı,Ertem Göreç’in yönettiği “Yiğit Yaralı Olur”,  Hülya Koçyiğit filmin baş kadın oyuncusu olduğundan o güne kadar Yılmaz Güney’li filmlere yer vermeyen sinema salonlarında da gösterildi.

Hülya Koçyiğit, Feyzan Ersinan’ın “Hülya Koçyiğit-Film Gibi Yaşadım” adlı kitapta bu durumu şöyle anlatır: “Dobra, dürüst biriydi Yılmaz Güney.Anadolu’dan gelen büyük bir rüzgardı.Yılmaz Güney’in adını duyurduğu filmler daha çok vurdulu kırdılı filmlerdi.İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde filmleri gösterilmezdi.Ben de onunla film çevirip çevirmeme konusunda çok düşündüm, ama sonunda kararımı verdim.Birlikte iki film çevirdik.

Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yapmış, senaryo yazmış bir isimdir Yılmaz Güney. Ben de onunla film yaptığım dönemde onu yakından tanıma fırsatı buldum.O zaman da tesadüfen seçilmiş bir isim olmadığını gördüm.

Yılmaz Güney’le film çevirmemi teklif ettiklerinde ilk başta şaşırdım ama zamanla bu fikre alıştım. Yılmaz Güney’in filmleri önce Anadolu’da oynardı. Bizim filmlerimiz Yeni Melek Sineması’nda mı gösteriliyor, onun filmleri daha ikinci sınıf salonlarda oynardı. Haliyle ben büyük salonlara hitap ettiğimden, Yılmaz Güney ile yaptığımız filmler de büyük salonlarda oynadı.”Şehirleştirdim” diyemem ama büyük şehir insanın kafasındaki Yılmaz Güney imajını birlikte değiştirdik sanıyorum.

Yılmaz Güney’le çevirdiğim Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Zeyno”da da şöyle bir olay yaşadım : Filmin afişi Şan Sineması’na asılmıştı.Afişte üstte Hülya Koçyiğit, altında da Yılmaz Güney yazıyor.Sabahleyin bir de baktık ki Hülya Koçyiğit yazısının üzeri kurşunlanmış.Tabii anladım: Yılmaz Güney gece gidip kurşunlamış afişi.”

Yılmaz Güney ateşli silahla insan öldürmenin ve yaralamanın eşiğinden dönüyor
21 Nisan 1966:  Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden birçoğunda imzası bulunan yönetmen Lütfi Akad’ın “Hudutların Kanunu” Urfa’daki setinde (Urfa, Siverek Yılmaz Güney’in babası Hamit’in memleketiydi) Yılmaz Güney sarhoş olarak, kaldığı Altay Otelinin ya da Altay Palas’ın holündeki aynaya gece saat 22 civarında ruhsatsız tabancayla 6 ya da 7 el ateş edince tutuklandı.

Beş gününü cezaevinde geçirdikten sonra da kefaletle serbest bırakıldı. Bu olayda şans Yılmaz Güney’e çok yardımcı oldu ve kurşunlarla delinen aynanın arkasında bulunan insanlara en ufak bir zarar gelmedi. Yılmaz Güney’e şansı yardım etmeseydi bu olayda pek çok insan ölebilir ya da yaralanabilirdi. Yılmaz Güney yine bu olaydan üç saat önce de Nebahat Çehre’ye ait otomobili devirip ağır hasara uğratmıştı.Güney 15 gün önce de ehliyetsiz otomobil kullanırken 11 yaşındaki bir erkek çocuğa çarparak yaralanmasına neden olmuştu.

Yılmaz Güney ve Nebahat Çehre Urfa’dan İstanbul’a dönerlerken iki kez küçük trafik kazası geçirdi.

3. Antalya Film Festivali
24 Mayıs -4 Haziran 1966 tarihleri arasında düzenlenen 3. Antalya Film Festivali’nden Yılmaz Güney’in oynadığı Duygu Sağıroğlu’nun yönettiği “Ben Öldükçe Yaşarım” ödülsüz döndü.Aynı festivalde Halit Refiğ’in yönettiği ve senaryosunu Kemal Tahir’le birlikte yazdığı ”Haremde Dört Kadın”ın gösterim kopyası filmin gösterildiği sinema salonunu basan gericiler tarafından imha edildi. Jüri bu filmi ne yazık ki izleyemedi.

Bu festivalin Jüri üyelerinden Nejat Duru da yaptığı değerlendirmede “Yılmaz Güney’e ve Fikret Hakan’a ahlaksızlıkları nedeniyle ödül vermedik,” dedi.

Yılmaz Güney’in ikinci annesi
”Ben Öldükçe Yaşarım”ın yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Duygu Sağıroğlu üstlenmiştir.Filmin yapımcısı ise o dönemde ve sonrasında Türkiye’deki modaya yön veren “Terzilerin Kraliçesi”, çok etkili Mualla Özbek’ti (1914-90). Yılmaz Güney, Mualla Özbek’i öz annesi gibi seviyordu. Hatta Mualla Hanıma “Ana” diye hitap ediyordu.

Mualla Özbek, Duygu Sağıroğlu’nun yöneteceği, Yılmaz Güney ile Türkan Şoray’ın oynayacağı bir film yapmayı çok istemesine rağmen bu amacına ne yazık ki ulaşamadı.Mualla Özbek’in filmlerinden “Ben Öldükçe Yaşarım” ve diğer Yılmaz Güney’li filmleri sinema seyircilerinden büyük ilgi görmesine rağmen yapımcı olduğu diğer filmler yeterli seyirci sayılarına ulaşamayınca “Efes Film Yapımevi”, film üretim işinden çekilmiştir. Mualla Özbek, Yıldırım Mayruk’u da lanse eden kişidir.

“Efes Film Yapımevi”, Mualla Özbek’in yapımcılığını üstlendiği diğer filmler şunlardır:

*”At Hırsızı”, Yönetmen: Remzi Jöntürk. Oyuncular: Yılmaz Güney, Semiramis Pekkan ve Nihat Ziyalan.(1967)

*”Kuduz Recep”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Yılmaz Güney, Figen Say, Tuncel Kurtiz ve Metin Serezli.(1967)

*”Her Zaman Kalbimdesin”, Yönetmen: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular:  Türkan Şoray, Ekrem Bora, Suzan Avcı ve Tanju Korel.(1967)

*”Seni Affedemem”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular:  Cüneyt Arkın, Hülya Koçyiğit ve Tanju Korel.(1967)

*”Yanık Kalpler”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu. Oyuncular: Hülya Koçyiğit, Kuzey Vargın, Tanju Korel ve Suzan Avcı.(1967)

*”Ya Sev Ya Öldür”, Yönetmen ve Senaryo: Duygu Sağıroğlu.Oyuncular: Fatma Girik, Kuzey Vargın ve Peri Han.(1967)

Bu kadar ayrıntıya inmemizin nedeni Yılmaz Güney’in yaşamından kimlerin gelip-geçtiğini saptamak içindir.Yılmaz Güney’i anlayabilmek için, yaşadığı ortamı, yaşadığı Türkiye’yi de anlayabilmemiz ve  o dönemin Türkiye’sine ve filmcilik alemine yakından bakmamız gerekiyordu.

1967: Yılmaz Güney 13 film çevirdi.

Nebahat Çehre’yle evleniyor
30 Ocak 1967: Yılmaz Güney ve Türkiye güzeli seçilen Nebahat Çehre Harbiye Hilton Otelinde evlendi.

Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“1962 yılından bu yana Can Ünal’la nikahsız bir evlilik yaşamı sürdüren Yılmaz Güney’in en büyük aşklarından biri 1964’te “Kamalı Zeybek”te tanıştığı Nebahat Çehre olmuştur. Nebahat Çehre Yılmaz Güney’le yakınlaştığı dönemde Taksim’deki Nizam Apartmanı’nda oturuyordu. Güney’i sık sık bu evde görüyordum. Kumrular gibi sevişiyorlardı.

Hiç unutmam, bir akşamüzeri Nizam Apartmanı’na uğradığımda , ilginç bir manzarayla karşılaştım.Eski, kırık dökük bir pikapta, belki de binlerce kez dinlenmiş, çiziklerle dolu bir plak dönüp duruyordu.Çalan Rodrigo’nun ünlü Gitar Konçerto’suydu.Yılmaz Güney ile Nebahat Çehre birlikte adeta soluk almadan dinliyorlardı.Kimbilir aynı parçayı kaç kez dinlemişler ve kimbilir daha kaç kez dinleyeceklerdi? Göz gözeydiler.Sevecenlik dolu gözleri ıslaktı ikisinin de.Ne güzel de ağlıyorlardı.İşte aşk buydu.

Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’le bir taraftan da şiddetli kavgalar eder, Eskişehir’deki akrabalarının yanına kaçmak için yollara düşer; Yılmaz Güney onun peşinden gider ve onu geri getirirdi.Yılmaz Güney çok kıskanç bir sevgili ve kocaydı.Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’ye yazdığı mektupların orijinalleri bendedir.

Bu mektuplarda, Yılmaz Güney: “Yavrum, sen benim kadınımsın.Dün akşamdan bu yana seni düşünmek beni yordu bebeciğim.Boynumda, kollarımda zincirsin sen yavrum.Yeryüzündeki bütün kağıtları senin isminle doldurmak istiyorum: Nebahat!.. Nebahat!.. Nebahat!..” tarzında yazar yazar.

Her yeni başlayan ilişkide gidişat önemliydi.Yılmaz Güney problemli bir kişiliğe sahipti.Çok içiyordu.İçmeyince tıpkı bir Kuzu olan Güney, alkol aldıktan sonra kişilik değiştirip Kurt oluyordu.

”Arızalı Adam” Yılmaz Güney birden fazla kişilik sahibiymiş (Doktor Jekyll ve Mr. Hyde’vari) gibi davranıyordu.Annesi Güllü Hanımı evinden kaç kez kovduğu ve kadıncağızın bunun üzerine İzmir’de yaşayan kızının yanına gittiği Yılmaz Güney biyografilerini yazanların gözünden kaçmamıştır.

“İki tane Cüneyt Arkın Vardı”
Burada bir parantez açıp “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitaptan konumuzla çok alakalı Memduh Ün’ün sözlerinden bir bölüm aktaralım: “İki tane Cüneyt Arkın vardı zaten. Ayık Cüneyt ve içkili Cüneyt…İki ayrı insandı bunlar.Gündüz insan, gece kurt örneği.”Önce Vatan”ı Kıbrıs’ta çekerken, Cüneyt kafayı çekmiş, oteldeki insanları uykularından uyandırmış sıraya dizip, sağa dön, sola dön diye talim yaptırmış.Anlatanların yalancısıyım.İçtiği zamanlar bir kızın başına elma koyup ok atan, mahallesindeki bütün insanlarla kavgaya karışan, sanki settekinden farklı bir Cüneyt’ti.” (Sayfa: 254).

Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Kızının annesi Can Ünal Hanım daima Nebahat Çehre’yle Yılmaz Güney’in arasında olacaktı.Yılmaz Güney, Nebahat Çehre’yle Boğaz’daki bir restaurantda nişanlanırken Can Ünal Yılmaz Güney’den dört aylık hamileydi.

Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evlendikten sonra, bu evlilik süresi içinde bazı kaçamaklar yapmıştı.Güney, birlikte film çevirdiği kadın oyuncuların bir ikisi hariç tümüyle ilişki kurmuştu.Yılmaz Güney gizli çapkındı.Nebahat Çehre de tüm bunları bilmiyor değildi. Nebahat Çehre, Yılmaz Güney’e daha fazla dayanamayıp,  evden kaçacak, boşanmak isteyecek, araya arabulucu olarak İstanbul’daki High Society’nin bir numaralı terzisi ve aynı zamanda film yapımcısı olan  Mualla Özbek girinceyse Yılmaz Güney’e son bir şans daha verecekti. Nebahat Çehre beş günlük kaçaklıktan sonra Güney’e döndü.

Agah Özgüç, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Güney’in silah tutkusu da onu seven kadınları kendisinden uzaklaştırmıştır. Güney 1. Levent’teki villasında gece yarıları atış talimleri yaparak semt sakinlerine korkulu anlar yaşatırdı.Evinin duvarları çeşitli silahlarla doluydu.Ev ev değil, sanki silah deposuydu, cephanelikti.Güney belinde silahı olmasa muhakkak otomobilinde silah bulundururdu.Yılmaz Güney’e göre silahı sevgilisiydi. Güney çocukluğunda cılızdı.Köy meydanında akranlarıyla yaptığı güreşlerde hep sırtı yere gelirdi.

4. Antalya Film Festivali
25 Mayıs -5 Haziran 1967 tarihleri arasında düzenlenen 4. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Hudutların Kanunu”yla (yönetmen: Lütfi Akad) erkek oyuncu ödülüne layık bulundu. “Hudutların Kanunu”nda senaryoyu Akad ile Güney birlikte yazmıştı.

Agah Özgüç,  “Neden Yılmaz Güney” adlı kitabında seçici kurulun Kartal Tibet’i ödüllendirdiğini sızdırma haber  olarak duyuran Anadolu Ajansı’na tepki olarak ödülü bir kez daha toplanıp ikinci kez seçim yaparak bu kez  Yılmaz Güney’e verdiğini yazmıştır.

Memduh Ün, “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapta o yıl ki Antalya Film Festivali’ni şöyle anlatır: “Yaprak Dökümü” adlı filmim (1967) festivale katıldı, ama berbat bir seçici kurul vardı orada.Yılmaz Duru’nun imamlı bir filmine (“Zalimler”) verdiler büyük ödülü.Antalya Belediye Başkanı Avni Tolunay koyu sağcıydı. Jüriyi o oluşturuyordu. Muharrem Ergin  jüri başkanıydı.Meşhur bir sağcıydı.”

O yılın Antalya Film Festivali jürisinde Tarık Buğra, Orhon Arıburnu, Aram Gülyüz, Orhan Çağman, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu gibi isimler de vardı

Beş yılda 66 film çevirdi
1968: Yılmaz Güney 9 film çevirdi.1964-68 yılları arasındaki 5 yılda Yılmaz Güney toplam 66 film çevirdi.

Bu kadar kısa sürede bu kadar çok film çevirdiği için, fotoğraf çektirir gibi film çevirdiği için, Yılmaz Güney’in filmlerinde, Sergio Leone’nin yönettiği ve Clint Eastwood’un oynadığı bir filme, Steve McQueen’li bir başka filme, “Magnificent Seven-Yedi Silahşörler”in uyarlamasına (“On Korkusuz Adam”),  1950’nin klasikleşen filmi “The Gunfighter”ın uyarlamasına (Yılmaz Güney’li “İkisi de Cesurdu”-1963- ve Fikret Hakan’lı “Sürgün”-1976- bu filmin Türk çevrimleri),  hatta Mario Puzo’nun çok satan ucuz romanı “Baba-The Godfather”dan  ya da bu filmin Marlon Brando’lu  sinema uyarlamasından alınmış gibi duran sahnelerin olmasını olağan karşılamak, bunlara şaşmamak gerekir. Yılmaz Güney bir dönem bolca, bol kepçe özenti, taklit, fabrikasyon filmler, seri üretim filmler yapmıştır.

Gişede batan Türk filmleri
1960’larda Türk filmlerine İstanbul’da ve Türkiye genelinde gösterime girmeden önce Bursa, Eskişehir, Adapazarı gibi yerlerde test gösterimi de denebilecek ön gösterimler yapılırdı. Bu gösterimlerdeki reaksiyonlar  Türkiye genelindeki reaksiyonu da yansıtırdı.

Bu dönemde seyirci ilgisizliğine uğrayan belli başlı filmler, “Karanlıkta Uyananlar” (1964) , “Suçlular Aramızda” (1964) “Sevmek Zamanı” (1965) “Haremde Dört Kadın” (1965)  oldu…Bunun da sonuçları oldu.

1968’e gelindiğinde Halit Refiğ bir yıldır işsizdi; parasızlıktan otomobilini, ev eşyalarını ve giysilerini satmak zorunda kalmıştı.Metin Erksan da uzun süredir işsizdi.Ev kirasını ödeyemeyince eşyalarına haciz kondu ve sokakta kaldı…Ömer Lütfi Akad ise aynı dönemde hem para kazanmak hem de filmcilik bilgisini/görgüsünü arttırmak için Türkiye’de çekilen yabancı filmlerde yönetmen yardımcılığı yapıyordu.( ”L'immortelle-Ölümsüz Kadın” ; 1963; Yönetmen: Alain Robbe- Grillet )…

Yılmaz Güney’in kızının annesi (Can Ünal) kirasını ödeyemeyecek duruma düşüyor
1968: Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi olan Can Ünal Hanımın ev eşyaları beş aylık kirasını ödeyemediğinden haczedildi. Yılmaz Güney film başına 60 bin lira alıyordu.Can Hanımın beş aylık ödenemeyen kira borcu 4 bin 800 liraydı.Üstelik Yılmaz Güney Nebahat Çehre’yle evli olduğu dönemlerde bile Can Ünal’a “Karıcığım” hitaplı mektuplar gönderiyordu.

Yeri gelmişken, Oral Çalışlar’ın Deniz Gezmiş’ten Yaşar Kemal’e Portreler kitabında Yılmaz Güney’le ilgili verdiği Güney’in üç kez evlendiği bilgisinin doğru olmadığını, Can Ünal’la evlenmediğini belirtelim.

Can Ünal’ın kirasını ödeyememe durumuyla ilgili yorumumuz  şöyle : Yılmaz Güney daima gelirlerinden daha fazlasını harcadığından, sürekli kumarda para kaybettiğinden ve çalışmadan geçinmenin bir yolunu bulmuş bir sürü asalak insana para dağıttığından o dönemde de beş parasız kalmış olabilir.

Nebahat Çehre’nin üzerine otomobilini sürüyor
21 Nisan 1968 Pazar: Yer, Harbiye Playboy Kulüp önü.Yılmaz Güney boşanmaktan vazgeçiremediği Nebahat Çehre’nin üzerine otomobilini sürdü. Çehre, otomobilin altında kaldı. Amerikan Hastahanesine kaldırılan Çehre başından yaralandı ve köprücük kemiği kırıldı. Nebahat Hanım Yılmaz Güney’e artık daha fazla dayanamayacaktı. Kısa bir süre sonra boşandılar.

Yeri gelmişken Yılmaz Güney’e otomobil kullanmayı “Pilot Ziya” lakaplı prodüksiyon amiri Ziya Güçlü’nün öğrettiğini, Ziya Güçlü’nün oğlu Cengiz Güçlü’nün de  son dönemde “Abdülhamit Düşerken”den (yönetmen: Ziya Öztan) “No Ofsayt”a (yapımcılar: Ali Taran, Mine Vargı ve Ömer Vargı; yönetmenler: Mehmet Bahadır Er ve Maryna Gorbach) kadar  çeşitli filmlerde oyuncu olarak çalıştığını belirtelim.

Dönelim, “Aşk-ı Memnu” (2008-2010) ve “Muhteşem Yüzyıl” gibi televizyon dizileriyle dünya çapında milyonlarca yeni hayran edinen Nebahat Çehre’ye. Güzeller güzeli Nebahat Çehre’nin 1965-68 arasında  Yılmaz Güney’le birlikte çevirdiği filmler arasında,  “Silaha Yeminliydim”, “Dağların Oğlu”, “Eşrefpaşalı”,”At, Avrat, Silah”, “Kibar Haydut”, “Arslanların Dönüşü”, “Yedi Dağın Arslanı”,”Eşkıya Celladı”, “Çirkin Kral Affetmez”, “Balatlı Arif”, “Beyoğlu Canavarı”, “Pire Nuri” ve “Seyyit Han”da bulunmaktadır.

Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
 “1968'de askere gittim. 1970 Nisan'ında döndüm.”

Yılmaz Güney’in dilekçesi
Yılmaz Güney Sivas’ta askerliğini yaptığı dönemde Adana Filmciler Derneği Başkanlığı’na bir dilekçe yollar.Dilekçeden bir bölüm şöyle:

“1964-65 yıllarında oynamış olduğum,”Kasımpaşalı”, “Kasımpaşalı Recep” ve “Beyaz Atlı Adam” adlı filmlerimin isimleri, afişleri değiştirilerek, yeni çekilmiş filmler gibi tekrar vizyona çıkartılarak seyirci aldatılmaktadır.Türk sineması için büyük bir darbe olan bu olayı protesto eder, gerekli işlemin yapılmasını derneğinizden rica ederim.”

5. Antalya Film Festivali:
25 Mayıs-5 Haziran 1968 5. Antalya Film Festivali’nde Yılmaz Güney’in baş rolünde olduğu “İnce Cumali” birincilik, yönetmen (Yılmaz Duru), senaryo yazarı (Türkan Duru), yardımcı erkek oyuncu (Erol Taş) ödüllerine layık bulundu.“Seyyit Han” Antalya Film Festivali ön jürisince ön elemede elendi.

Yılmaz Güney’in kısa süren aşkı
1969: Kıbrıs’tan gelen ve İstanbul’daki ünlü turistik gece kulubü Parisien/ Parizyen’de içki hostesi (bir çeşit garson) ve striptiz yıldızı olarak çalışan Feri(ha) Cansel’de Yılmaz Güney’in bir diğer kadınıdır. Yılmaz Güney’in kızı Elif’in annesi Can Ünal’dan ve Nebahat Çehre’den sonraki, Fatoş Güney’den önceki kadınıdır Feri Cansel. Agah Özgüç’e göre bu maceraya Güney’i çeken, Feri Cansel’in temiz yürekli bir  kadın oluşuydu. Cansel vefalı ve sadık bir sevgiliydi.Güney’i iki tabancayla birlikte yakalanıp tutuklandığında adliyede  ya da askerliğini yaptığı Muş’ta yalnız bırakmamıştı.Cansel Güney’le 1969’da gösterime giren ”Kurşunların Kanunu”, “Bir Çirkin Adam” ve “Belanın Yedi Türlüsü” filmlerini çevirmiştir. 1974-79 dönemindeki  seks filmleri döneminin en ünlü yıldızlarından biri olan Feri Cansel 1983’te sevgilisi Melih Ük tarafından öldürüldü.

Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
Yılmaz Güney’in 1970’te evlendiği ve ona bir oğul veren Fatoş Süleymangil’in ailesi başlangıçta Yılmaz Güney’i damat olarak istememişlerdir. Fatoş Süleymangil,  Savaş Eşici’nin karısının kolej arkadaşı olarak Yılmaz Güney’le tanışmıştı.

Yılmaz Güney’in hayatına kısa süreliğine giren kadınlar arasında Feri Cansel’den başka Oya Peri de vardı.Sema Özcan’la da adı birlikte anıldı.Yılmaz Güney karda yürüyüp izini belli etmeyen çapkın erkeklerdendi.Çevresinde pek çok da çapkın kadın vardı.

Yılmaz Güney ile Oya Peri’nin bir haberini yapmıştım.Güney Peri’yi evinden zorla alıyor, zorla kaçırıyor, yolda aşırı hızla kullandığı otomobille bir başka otomobile çarpıyor, Peri bu kaza sırasında başını otomobilin camına çarparak bayılıyor.Güney , Peri’yi  Gayrettepe’de King otele götürüyor.Peri, Güney’in yanındaki , otel odasındaki masanın üzerindeki silahların bolluğunu (üç tüfek) ve cephaneliği görünce korkuya kapılarak otelden kaçıyor.Yılmaz Güney’de onu çıplak ayakla kovalıyor ve yakalıyor.Bu olayı 15 Mayıs 1970 tarihli Pazar gazetesinde yazdım.Yılmaz Güney, ” Agah Özgüç, 15 gün sokağa çıkmasın, çıkmayacak!” diye haber gönderdi.15 gün sokağa çıkmamı yasakladı. Yılmaz Güney’le fabrikatör kızı olan Fatma/Fatoş Süleymangil’le Lalezar’daki düğününde barıştık. Kendisine “Merhaba Bay Örfi İdare!” diye takıldım. ”

“Seyyit Han”la aydınların inanılmaz övgülerini kazanıyor
22 Mayıs 1969: 1. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle erkek oyuncu ödülünü kazandı.Yılmaz Güney aynı zamanda bu filmin yönetmeni, senaryo yazarı ve yapımcısıydı.  “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle bu festivalde üçüncülük ödülünü de kazandı.

Kemal Tahir, “Seyyit Han”ı göklere çıkarıyor
19 Haziran 1969: Metin Erksan’ın  1 Şubat 1973’te Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazıda Turhan Gürkan’a  “Dünyanın en büyük romancılarından biri olarak tanımladığı Kemal Tahir, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Turhan Gürkan’a  Yılmaz Güney’in “Seyyit Han –Toprağın Gelini”yle ilgili şunları söyledi:

“  ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’ karşısında büyük heyecan duydum. Bence halk sinemasının halka bir meseleyi nasıl anlatması gerektiğini en kaba, en kaba olduğu için de en kestirme yoldan gösteriyordu. Ulusal sinemamızın belli başlı ana yollarından birine işaret ediyordu. Biz bu dönemde teknik yanlışlar, en açık senaryo hataları, hatta yer yer uygulamalar üzerinde durmamalıyız.Filmin genel havası yüzde yüz Türk’tür.Ayrıca dünyanın aradığı halk sineması koşullarına son derece uygun bir filmdir ‘Seyyit Han –Toprağın Gelini’.

Sözgelimi, aralıksız kurşun yediği halde kahramanın sendelememesi, hayatın gerçeğiyle, sinemanın gerçeği arasındaki büyük farkı belirleyen en iyi sahnedir.

Yılmaz Güney, gerçekten halkın arasından yetişmiş, halkın her şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır.Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim de öğrenecek çok şeyim olduğuna inanıyorum.”

Ahmet Kahraman, “Seyyit Han”ı anlatıyor:
Ahmet Kahraman, “Kürt İsyanları: Tedip ile Tenkil” adlı kitabında “Seyyit Han”dan şöyle bahseder:

“Ferzende ile Halis Bey’den sonra adı, “kılamlara” konu olan bir başka gerilla lideri “Seyyit Han”dı.

“Seyyit Han” motifi, daha sonra Yılmaz Güney’e de konu olacaktı.Seyyit Han, Ferzende gibi Hasenan aşiretindendi.Yılmaz Güney’in annesi Güllü de aynı aşirete mensuptu.

Yılmaz Güney, onun efsanevi öyküsünü annesinden dinlemiş olmalı ki, “Seyyit Han” filminde, koyu sansüre rağmen biyografik ögelerini serpiştirmişti.

Yine Seyyit Han tıpkı Ferzende gibi “kılamlara” konu alan adını Şeyh Said isyanıyla duyurmuş, daha sonra uzun süre kaçak yaşamıştı. İsyancıların toplanması üzerine Ağrı Dağı’na geçiyor, gerilla lideri olarak savaşa giriyordu.

Seyyithan, birçok gerilla lideri gibi daha sonra da çatışmaya devam etti.1932 yılında Suriye’ye geçmek isterken kurulan tuzakla öldürüldü.”

Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kardeşi Yaşar Pütün’e göre halkın kadife sesli bildiği Yılmaz Güney, film setlerinde çok farklıydı.Oyuncularına bağıran, çağıran, parlayan bir yönetmendi.Çalışma anında konsantrasyonu bozulduğunda sinirleniyordu.

“Köyde Seyyit Han’ı hem oynuyor, hem yönetiyordu. Oyunculardan biri, abimin defalarca tekrarlamasına rağmen bir türlü rolünü yapamıyordu.Adam uzaktaydı.Abim sinirlendi.Elindeki tüfekle oyuncuya ateş etmeye başladı.Adam var gücüyle koşmaya başlayınca, “İşte şimdi oldu,” dedi.

Yılmaz Güney, kamera önünde her şeyin gerçeğe uygun olması konusunda kendine karşı da ödünsüzdü. ”Seyyit Han”ın çekimini bütün Yenice köyü (Yılmaz Güney’in doğduğu köy) halkı izledi. ”Seyyit Han”ın, traktöre bağlanıp sürüklenmesi sahnesinde, kamera oyunlarına, dublöre başvurmadı. Kendisi oynadı.Traktörün arkasında tozlara çamurlara bulanarak sürüklenirken, hafif yara bereler de aldı.

Adana’nın Oymaklı köyünde “Umut” filmi çekiliyordu.Köyün çocukları set olarak kullanılan kuyu başında toplanmışlardı.Yılmaz Güney, yalvaran bir sesle : “Çocuklar oradan uzaklaşın, film çekeceğiz,” dedi. Fakat çocuklardan hiçbiri istifini bozmadı. Bunun üzerine Yılmaz Güney: “Çocuklar orası kazılırken, sizlerin görünmemesi gerekiyor. Çekilin oradan,” dedi.Yalvarmaları sonuç vermeyince tabancasını çekti. Başlarının üstüne birkaç el ateş edince, kimsecik kalmadı.”  (Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından)

7.Antalya Film Festivali
25 Mayıs-5 Haziran 1970 tarihleri arasında düzenlenen 7. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Bir Çirkin Adam”la erkek oyuncu ödülüne layık bulundu.Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı , yönettiği  ve yapımcılığını da üstlendiği ”Bir Çirkin Adam” Antalya Film Festivali’nin birincilik ödülüne de layık bulundu. Antalyalılar diğer tüm Türk film yıldızlarına olduğu gibi Yılmaz Güney’e de inanılmaz ve müthiş bir sevgi gösterisinde bulundular.

Fatma Süleymangil’le evleniyor
27 Haziran 1970 Cumartesi  Lalezar’da Yılmaz Güney’le 18 yaşındaki Fatma Süleymangil’in düğün kutlaması yapıldı.Nikah birkaç saat önce Güney’in  Levent Mektep Sokaktaki evinde kıyılmıştı. Çocukluktan yeni çıkmış,  çok genç gelinin ailesi, bu evliliği içlerine sindiremediklerinden düğüne katılmadı. Sosyete terzisi ve Yılmaz Güney’in hamisi Mualla Özbek’in Süleymangil ailesini yumuşatma çabaları boşa gitmişti. Mualla Hanım, Güney’in Nebahat Çehre’yle olan evliliğinde olduğu gibi Fatma Süleymangil’le evliliğinde de nikah şahidiydi.O gün Yılmaz Güney’in annesi Güllü Hanım’da mutluluktan uçacak gibiydi.Düğün davetiyesinde evlenenlerin ebeveynlerinin isimlerinin bulunmamasıysa dikkat çekiciydi.Lalezar’daki düğüne katılanlar arasında Yılmaz Güney’in yakın dostu Kabadayı Dündar Kılıç da vardı.Kısa bir süre önce de Yılmaz Güney, Dündar Kılıç’ın ortak olduğu kumarhanede ruhsatsız silahla yakalanmıştı.Güney önce silah benim demiş sonra da ifadesini değiştirmişti.

 “Seyyit Han”dan sonra “Umut”la da aydınların gözdesi oluyor
26 Eylül 1970: 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Umut”la erkek oyuncu ödülüne layık bulundu.Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı , yönettiği  ve yapımcılığını üstlendiği “Umut” festivalde birincilik ve senaryo ödüllerini de kazandı.

“Umut”un bir başka özelliğiyse, Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi’nin 20 Ekim 1970  tarihli  yazısındaki övgülerini kazanarak, bu gazete çevresinde toplanan aydınların Yılmaz Güney’e güçlü bir destek vermeye başlamasına yol açmasıdır.

“Umut”un kadrosu aşağıdadır: 

Yönetmen ve Senaryo yazarı: Yılmaz Güney; Görüntü yönetmeni: Kaya Ererez; Müzik: Arif Erkin; Oyuncular:Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz, Gülşen Alnıaçık, Osman Alyanak, Enver Dönmez, Kürşat Alnıaçık, Sema Engin, Sevgi Tatlı, Hicret Gürsoy, Lütfi Engin, Kemal Tatlı, Mehlet Eken.

Aydınların övgülerine boğulan “Seyyit Han”ın kadrosunu da hatırlatalım:

Yönetmen  ve Senaryo : Yılmaz Güney; Görüntü yönetmeni: Gani Turanlı; Müzik: Nedim Otyam; Oyuncular : Yılmaz Güney, Nebahat Çehre Hayati Hamzaoğlu, Nihat Ziyalan, Danyal Topatan, Sami Tunç.

“Umut”un bir başka olayı da Türkiye Cumhuriyeti’nden gösterim izni alınamayınca film yurt dışına gizlice çıkarılmış ve 1971’de Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilmiştir.

“Umut” konusunda Memduh Ün, “Yılmaz Güney’in başyapıtı” derken, Halit Refiğ, “ ‘Umut’tan hiç hoşlanmadım.Filmde yaratılmak istenen dram bana yabancı geldi.Yerli bir dram olarak gelmedi,” Agah Özgüç’se “Yılmaz Güney’in ilk başyapıtı” diyecektir.

Halit Refiğ’e film teklifi
Yılmaz Güney, 2. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “Bir Türke Gönül Verdim” adlı filmi ikincilik ödülüne layık bulunan Halit Refiğ’e birlikte film yapmayı teklif etti. ”Bela Çiçeği” adlı tasarıda hikayeyi Yılmaz Güney geliştirmişti.Baş rolde Güney ve Fatma Girik oynayacaktı. Refiğ senaryoyu yazıp filmi yönetecekti. Filmin hikayesi de Yılmaz Güney’in Konya’daki sürgün döneminde genelevdeki bir kadınla yaşadığı tutkulu aşk ilişkisi ve kadını genelevden kurtarması  üzerine bina edilecekti, ancak senaryoda baş karakter kabadayı olacaktı.Bu tasarı önce rafa kalktı, sonra da Şerif Gören’in yönettiği Kadir İnanır ile Hülya Avşar’ın oynadığı “Güneş Doğarken”e esin kaynağı oldu.

Yalan yanlış bilgilerle dolu Yılmaz Güney kitapları
Kristin Thompson ve David Bordwell’in “Film History: An Introduction-Sinema Tarihi: Bir Giriş” adlı kitabında “Umut”tan söz edilirken bir yanlış bilgi verilir: Güya film, “Piyangoda büyük ikramiye çıkmasını uman taksicinin öyküsü”dür. Herhalde ve büyük olasılıkla  dünyaca ünlü bu sinema yazarları “Umut”u izlememiştir bile.

Agah Özgüç’te Rusya’da yayınlanan ve Abdul Anbiyeviç Hüseynov’un  “Yılmaz Güney: Yaşamı ve Sanatı” adlı kitaptaki yanlışlarına ayırdığı yazısını “Bir Sinema Yazarının Günlüğünden Aykırı Notlar” adlı kitabına alır.Hüseynov’da “Zavallılar”ı izlemeden bu film üzerine yanlış bilgiler vermiştir kitabında. Hüseynov’un kitabında daha birçok yanlış vardır.

Agah Özgüç Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Kendi kendini yaratan, ustası olmayan Yılmaz Güney “Umut”la aydınların kalbini ve desteğini kazandı.Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptı ama onu taklit etmedi.Taklit etmeye çalışsaydı çuvallardı.Yılmaz Güney’in son filmi “Duvar”a kadar devamlı ve istikrarlı bir yükselişi vardır.” (Agah Özgüç’le yaptığımız söyleşiden).

1970 yılının diğer olayları
20 Ekim 1970: Nadir Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında “Umut”u övgülere boğmasıyla Yılmaz Güney Cumhuriyet Gazetesi ve Sinematek Derneği  çevresinde toplanan aydınların tam onayını ve desteğini kazandı.

3 Kasım 1970: Yılmaz Güney Kabadayı İdris Özbir’e kumarda 50 bin lira kumar borcu için bir belge imzaladı.Yılmaz Güney Adanalı hemşerisi İrfan Atasoy’la partisi 80 bin liradan tavla oynuyor ve yenilince de Atasoy’un filmlerinde bedava oynamak zorunda kalıyordu.

Halil Ergün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“Yılmaz Güney benim fakülte arkadaşlarımdan ve devrimci harekete katılmasının müsebbiplerinden biri de benimdir. Mahir Çayan’lar, Yusuf Küpeli’ler gibi devrimcilerle tanıştıran bendim.”

(Halil Ergün’le Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde 5 Mart 2008’de yapılan halka açık söyleşiden).

Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“1971 yılı Mart ayında bazı işlerim nedeniyle Ankara’daydım.Sinemacı arkadaşım Mustafa Alabora, bazı öğrencilerin benimle görüşmek istediklerini söyledi.Gençlik liderlerinden Deniz Gezmiş’in evine gittim.Burada Kazım Özüdoğru,Yusuf Küpeli ve Ertuğrul Kürkçü adında üç genç daha bulunuyordu.Gençlerle toplumsal çelişkileri açımlayan filmler üzerine konuştuk.Birkaç hafta sonra, Yusuf Küpeli, Ulaş Bardakçı’yla birlikte, İstanbul’da evime geldi.Ulaş Bardakçı, öğrenci hareketleri için, benden iki bin lira para istedi.Parayı verdim.”

Kardeşi Yaşar Pütün, Yılmaz Güney’i anlatıyor:
“THKP-C’nin önderlerinden Ulaş Bardakçı abimlere gelip gidiyordu. Geldiğinde abim onu çalışma odasına alıyor, saatlerce konuşuyorlardı.”

(Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabından).

Sıkıyönetim Dönemi
12 Mart 1971: 27 Mayıs 1960’dan sonraki ilk askeri darbe gerçekleştirildi. Bu kez Parlamento kapatılmadı.Türk Silahlı Kuvvetleri, öğrenci hareketlerinin silahlı eylemlere dönüşmesi üzerine muhtıra verdi.Bunun üzerine Başbakan Süleyman Demirel istifa etti.Partiler üstü ilk hükümeti kurma görevi 19 Mart’ta CHP Kocaeli Milletvekili Profesör Nihat Erim’e verildi.Nihat Erim bunun üzerine partisinden istifa etti.7 Nisanda hükümet hem Adalet Partisi, hem de CHP milletvekillerinden güvenoyu aldı.

7 Mayıs 1971: Sıkıyönetim Kanunu kabul edildi.

17 Mayıs 1971: İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim(Ephraim) Elrom, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman tarafından kaçırıldı.

Çayan THKP-C Örgütü kurucusu ve merkez komite üyesiydi.Teröristler 12 Mart darbesini yapmış olan komutanlarla bir pazarlık için Elrom’u kullanmak istemişlerdi.Askeri yönetim teröristlerle pazarlık yapmadığı gibi Orgeneral Faruk Türün’ün yönettiği “Fırtına Bir” operasyonuyla Elrom kurtarılmak, kaçıranlar da yakalanmak istendi. Önce İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve ardından 25 bin asker ile polis kentte bu cinayetten sorumlu olanları yakalayabilmek için genel arama yaptı.

(Tarkan Tufan’ın “Mahir Çayan’ın Hayatı ve Fikirleri” ve Ahmet Kahraman’ın “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitaplarından ).

Tepeden tırnağa silahlı kişiler Yılmaz Güney’in evinin tavan arasında saklanıyor
Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi”
adlı kitabının 286, 287 ve 288. Sayfalarında,  Yılmaz Güney’in 22 Mayıs 1971 Cumartesi gecesini 23 Mayıs 1971 Pazar gününe bağlayan  ve devletin güç gösterisiyle İstanbulluları evlerine kapattığı gece THKP-C önderlerini evinde sakladığını açıklamıştır.

“İsrail Konsolosu Elrom’u kaçıran Mahir Çayan, Oktay Etiman,Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir örgütün üst düzey elemanlarından Saffet Alp’in Fatih’teki evinde bir araya gelip geceki sokağa çıkma uygulamasından kurtulmanın çaresini tartışmaya başladılar.Saffet Alp’in evinin güvenli olmadığı sonucuna vardılar.Çıkış yolunu tartışırken Yılmaz Güney’e başvurmaya karar verdiler.Sokağa çıkma yasağına bir saat kala Yılmaz Güney’e başvurdular. Acaba, onları barındırıp, saklayabilecek miydi? Yılmaz Güney: Hayır, bu tehlikeli bir iş. Yakalanırsam mahvolurum,” diyemedi.Çaresiz bu isteğe “evet” dedi. Ancak, Yılmaz Güney’den istekleri sadece evinin kapısını açmasıyla sınırlı değildi. Teröristleri Fatih’ten Levent’e nakletmesi de isteniyordu.Yılmaz Güney gece saat 23:00’te Birinci Ordu ve polis mensupları İstanbul’a dağılıp tüm kenti abluka altına almadan önce otomobilinin direksiyonuna geçerek Fatih’e gitti.Mahir Çayan, Oktay Etiman, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı’yı buradan otomobiline alarak Levent Mektep Sokak’taki evine hareket etti.Ulaş Bardakçı Fatih’ten ayrıldıktan bir süre sonra yolda otomobilden inmişti.

Sonrasını Güven Şengil şöyle anlatmıştı:“Yılmaz Güney konumundaki bir adamın hem kendini, hem eşini, hem doğacak çocuğunu bile bile riske atması görülmüş şey değildir. Mahir Çayan ve arkadaşları silahlıydı.Her şeyi göze almış insanlardı.Varolma savaşı veriyorlardı.Yakalandıklarını anladıkları an, teslim olacak adamlar değillerdi.Çatışacakları kesindi.”

23 Mayıs 1971 Pazar günü Levent Mektep Sokak’taki evine teröristleri aramak için gelen askerlere Yılmaz Güney eliyle tavan arasını göstererek “şakayla karışık”, “Yukarıdalar!” dedi.Arama için gelen askerlerin başındaki subayın aldığı bu yanıtla tavan arasını arattırmaktan vazgeçeceğini iyi hesaplamıştı.Levent Mektep Sokak’taki aramadan sorumlu subay bu sözleri, evin sahibinin çok şakacı olduğuna yorarak ciddiye almadı ve tavan arasına hiç çıkılmadı.

Oysa İsrail Konsolosu Elrom’u kaçırıp birkaç saat önce  öldürenler gerçekten de tavan arasında saklanıyordu.Üstelik tepeden tırnağa silahlıydılar.Ellerinde silahları, parmakları tetikte bekliyorlardı.

Arama o kadar üstün körü yapıldı ki Yılmaz Güney’in evde sakladığı iki tabancayı da, tavan arasındaki teröristleri de askerler bulamadı.İyi ki de bulamadı.Yoksa ortalık kan gölüne dönüşecekti.

23 Mayıs 1971 Pazar: Elrom’un öldürülmüş olarak bulundu.

Yılmaz Güney bu olayı  “farklı” anlatıyor:
1971 Mayıs’ıydı. Kapım çalındı.Ulaş Bardakçı ve üç arkadaşıydı gelenler. Polis tarafından arandıklarını söyleyerek kendilerini saklamamı istediler. Karım Fatoş Güney’in hamile olduğunu söyleyerek kendilerini geri çevirdim.Konuklarım hiç gücenmediler. Gittiler. Aynı yılın ekim ayında oğlumun doğumunu kutlamak için Ulaş Bardakçı, Mustafa Alabora aracılığıyla bana, armağan olarak 7,65 çapında bir tabanca gönderdi.Buna karşılık olarak ben de 38 kalibrelik bir tabanca ve öğrenci hareketlerine katkı amacıyla dört bin lira armağan gönderdim.”

 “Mayıs 1971’de on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltına alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım; resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle Nevşehir'e üç aylığına yine sürgün edildim. Bu kez polise imzaya gitmiyordum, polis beni dıştan kolluyordu.”

Yılmaz Güney tutuklanarak cezaevine atılacağını önceden haber almıştı
Ahmet Kahraman’ın
“Yılmaz Güney Efsanesi” kitabında (Sayfa: 279-280)  Yılmaz Güney’in tanıdığı bir albaydan ve polislerden tutuklanacağı haberleri aldığını yazmıştı. Bunu önlemek için de çaresizce bazı girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de yaptığı çok yüklü bağıştır.

Aynı kitaptan bir bölüm şöyle: “Yılmaz Güney Ankara’da Orduevi Sineması’nda bir filmin galasına katıldı.Kuvvet komutanlarının katıldığı galadan sonra, Hava Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na o dönemin parasıyla astronomik bir rakam olan 750 bin liralık bir bağış yaptı.”

Yılmaz Güney göz altında
27 Mayıs 1971
tarihli Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sol tarafındaki manşet: “Güvenik güçlerince evlerinde yapılan aramada DEV-GENÇ’e yardım ettikleri anlaşılan Yılmaz Güney ile beş filimci göz altında…”

Haberin içeriğinde filmcilerin DEV-GENÇ’e para yardımı yaptığının belgelendiği duyuruluyordu.

Yine aynı gün Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasının sağ tarafındaki manşet: “Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Türün suallerimizi cevaplandırdı: İstanbul’daki tutuklu sayısı 132.  Elrom’un öldürülmesiyle ilgili olarak aranan 2 kişi yakalandı.

30 Mayıs 1971: Efraim Elrom’u öldürdükleri gerekçesiyle aranan teröristlerden ikisi İstanbul Maltepe’de gizlendikleri evden kaçarken polisle karşılaşınca Binbaşı Dinçer Erkan’ın kızı Sibel’i rehin aldı.

1 Haziran 1971: Rehin alınan Sibel Erkan, güvenlik güçlerinin düzenlediği operasyonla kurtarıldı.Operasyonda polisle çatışan teröristlerden Hüseyin Cevahir öldürüldü, Mahir Çayan’sa yaralı olarak ele geçirildi.

3. Adana Film Festivali
Eylül 1971: 3. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Ağıt”la erkek oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen dallarında ödüllendirildi. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği “Ağıt” festivalde birincilik ve görüntü yönetmeni ödüllerine de layık bulundu.

27 Kasım 1971: Ölüm cezası talebiyle yargılanan Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve arkadaşları Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak firar etti.

19 Şubat 1972: İstanbul Maltepe’deki Askeri Cezaevi’nden kaçan Ulaş Bardakçı ölü, Ziya Yılmaz ise yaralı olarak ele geçirildi.

Yılmaz Güney kendisini anlatıyor:
“Ulaş Bardakçı, 19 Şubat 1972’de öldürüldü.17 Mart’ta da devrimcilere yardım gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu 10 yıl ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım. Ecevit hükümetinin 1974 genel affıyla serbest bırakıldım.”

Yılmaz Güney, Mahir Çayan’a yardım etmekle suçlanıyor
17 Mart 1972: Yılmaz Güney, yasa dışı THKP-C Örgütü’ne (Mahir Çayan ve arkadaşlarına)  para, yataklık, saklamak dahil  her türlü yardımı ettiği gerekçesiyle ve örgütün üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. İki yılını Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı Cezaevleri’nde geçirecekti.Tutuklandığında Fatoş Hanımdan olan oğlu Yılmaz henüz altı aylıktı.

26 Mart 1972: Mahir Çayan Ünye Hava Radar Üssü’nde görevli  iki İngiliz ve biri Kanadalı  teknisyenin kaçırılması eyleminde yer aldı. Eylemi Dev-Genç düzenledi.

Mahir Çayan öldürülüyor
30 Mart 1972: Tokat, Niksar, Kızıldere köyünde askerler üç teknisyeni kurtarma operasyonu düzenledi.Teknisyenler öldürülmüş olarak bulundu.Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Saffet Alp,Ömer Ayna,Hüdai Arıkan, Sinan Özüdoğru,Nihat Yılmaz ve Selahattin Kurt adlı teröristler çatışmada öldürüldü.Dev-Genç genel başkanı Ertuğrul Kürkçü ise sağ olarak ele geçirildi.

Aralık 1973: dünya çapında ünlü 160 sanatçı Yılmaz Güney’in serbest bırakılmasını istiyor
Sinema yazarı Zahit Atam : 1970’li yıllarda Türkiye Sinemasının dışa açılan yüzü Yılmaz Güney’di. 1972’de tutuklandığında dünya genelinde 160’dan daha fazla sanatçı toplu bir imzayla Türkiye Cumhuriyeti’ne  bir dilekçe vermiş ve Güney’in serbest bırakılmasını istemişti. Sonra 1970’lerin sonlarında “Sürü”, “ Düşman”, 1982’de “Yol” dünya sinemalarına çıktığında Üçüncü Dünya’nın en önemli temsilcilerinden birisi olduğu kabul edilmişti. Halen dünya genelinde en yaygın olarak gösterilen filmimizdir, “Yol”. (Birgün Gazetesi, 12 Ağustos 2009)

Yılmaz Güney’in affını isteyen sanatçılar
Yılmaz Güney’in tutuklu olarak yargılanmasına itiraz edenler arasında Elizabeth Taylor, Alida Valli, Richard Burton, Melina Mercouri, Costa-Gavras, Jean-Luc Godard, Jules Dassin, Tony Richardson, Peter Brook, Jean Paul Sartre, Francesco Rosi, Marco Ferreri, Lotte Eisner, Agnes Varda, Jacques Demy,  Jean -Pierre Gorin, Jean- Louis Barrault, Jack Lang, Paul Seban, Marcel Bluwall, Henri Langlois, Roger Planchon, Jean-Marie Serreau, Pascal Ortega,Loleh Bellon, Jacques Debary, Philippe Laik, Claude Otzenberger, Klaus Eder, Edgar Reitz, Elio Petri, Thorold Dickinson,Andre Delvaux, Michel Fano, Marc Delouze, Regis Hanrion, Ulrich Gregor, Yvette Biro gibi sanatçılar ve aydınlar vardı.

4. Adana Film Festivali
28 Eylül 1972: 4. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney “Baba”yla erkek oyuncu  ödülüne layık bulundu. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Baba” da festivalin birincilik ödülünü kazandı.Bir gün sonra seçici kurul yeniden toplanarak bu ödülleri geri aldı.Yılmaz Güney bu olaydan sonra hiçbir filminin ulusal festivallere katılmasına izin vermedi.

Agah Özgüç,  Yılmaz Güney’in hasılat rekorları kıran “Baba”sıyla (1972) Cannes Film Festivali’nde yönetmen ödülünü kazanan “Üç Maymun” filmi (2008) arasında benzerlikler olduğunu söylüyor. ” ‘Üç Maymun’un öykü gelişimi ve finali farklı da olsa temel öyküsü, çıkış noktası, konusu ve karakterleri Yılmaz Güney’in “Baba”sına  çok benziyor” diyor ve sözlerini sürdürüyor: “İki  film arasındaki temel fark, ikinci filmde kocası cezaevinde olan kadının zengin adama aşık olmasıdır.”

Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney yapan filmlerden biri olan, “Baba”nın kadrosu aşağıdadır:

Yönetmen ve Senaryo: Yılmaz Güney ; Görüntü  Yönetmeni : Gani Turanlı;  Müzik: Metin Bükey;  Oyuncular : Yılmaz Güney, Müşerref Tezcan, Kuzey Vargın, Yıldırım Önal, Ender Sonku, Nedret Güvenç, Feridun Çölgeçen.

Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti
13 Ocak 1974: CHP (Bülent Ecevit)-MSP(Necmettin Erbakan)  koalisyonuna ilişkin anlaşma sağlandı.

7 Şubat 1974: CHP-MSP koalisyonu Meclis’ten 235 oyla güvenoyu aldı.Koalisyon hükümetine 136 ret oyu verildi.

10 Nisan 1974: Hükümetin genel af teklifi Meclis’te kabul edildi.

27 Nisan 1974: Genel Af Kanunu teklifi Cumhuriyet Senatosu’nda da kabul edildi.

18 Mayıs 1974: Af Kanunu Resmi Gazete’de yayınlandı.Aftan yararlananlar tahliye edilmeye başlandı.

Yılmaz Güney iki yıl iki ay hapis yattıktan sonra af yasasından yararlanarak cezaevinden çıktı.

20 Mayıs 1974: THKP-C  davasında yargılanan, örgüt üyelerine yardım ve yataklık yapmakla suçlanan ve iki yıl iki aydır tutuklu bulunan Yılmaz Güney genel aftan yararlanarak tahliye edildi.Güney 17 Mart 1972’de tutuklanmıştı.

  • İkinci bölümün sonu

Ana Sayfa | Film Arşivi | Gelecek Program | Haberler | Gişe Raporu | Köşe Yazıları

Mesafeli Satış Sözleşmesi | Teslimat ve İade Şartları | Gizlilik Politikası

© Antrakt Sinema Gazetesi | Tüm Hakları Saklıdır