Üremek bir hastalıktır. Evlenmek, aile kurmak çürük sistemin bir hastalığıdır. Film bizi buna ikna ediyor. Herhangi bir bireyin, çocuk doğurma gibi bir güdüsü olmasaydı dünya çok daha farklı bir yer olurdu, genel olarak insanlık bu içgüdüyle yaratılmıştır. Bu içgüdüden sıyrılabilmek insanlık için önemli bir sıçrayış olacaktır. Doğal dünya anaerkil yapıdadır.
Filmde yer alan kahramanımız, yoksul kesimden, sadece varoluşsal açıdan bir erkektir, bunun dışında hiçbir vasfı bulunmamaktır. Vasıfsızlar hiçbir arayışa sahip olamaz. O kadar vasıfsızdır ki birlikte olduğu kadınla, birlikte olup olmadığının bile farkında değildir. Elinde boş kese kağıdıyla dolaşır, çünkü hiçbir işe sahip değildir. Üretme mekanizması olan kadın ise üremek için erkeği en ince noktalarından fizik kurallarına ve statüsüne kadar inceler. Yeterli düzeyde bir inceleme yapılmadığı için de birliktelikleri sonucunda vasıfsız bir erkeğin tohumu olarak sözde prematüre korkunç bir canlı ortaya çıkar. Bunun yerine silgili kalem de üretilebilir.
Ağzı, yüzü, gözleri, iç organları olan, soluk alan, ses çıkartan, ağlayan, gülen bir sperm görürüz. Canlının tam bir bebek olamayışından, tam bir insan olamayışımızı kavratıyor film ve bizi rahatsız eden de bu. Ay, ana rahmiyle, yumurtalık, tavukla, su kadınla, dişilikle, cennet annelikle bağdaştırılmış; insanlığın gülünç durumuna ışık tutuyor...Oidipus kompleksinin izlerinin görüldüğünü söylemek de mümkün: Kahramanın kopan başının içinden bedeninin tepesine doğru yükselen prematürenin başının geçtiğini görüyoruz. Sahne önünde şarkı söyleyen yumurta yanaklı kadının yerine kuru dalların gelmesini de Freud’un rüyalarla ilgili çalışmalarından açıklayabiliriz, rüyada ağaç bölümlerine göre farklı simgeler taşımaktadır. Ağacın gövde kısmı bir erkeğin desteğini ifade eder. Ağacın dal kısımları ise bilinçaltında feminendir. Gövdesi olmayan kuru dallar için aslında üremenin bilinçaltında durdurulduğu söylenilebilir.
Üremek için çeşitli oyunlar icat eden insanoğlunun tek numarası aşk... Schopenhauer, Aşkın Metafiziği'nde bunu çok etkili bir şekilde okuyucuya sunar...
"Erkeğin aşkı, doygunluğa erdiği andan sonra gözle görülecek şekilde azalır, önüne çıkan her kadın, elde ettiği kadından daha çekici gelir ona; çeşitliliği arzulamaya başlar. Kadının aşkı ise, doygunluğa erdiği andan sonra artmaya başlar. Bu doğanın amacının, türün sürdürülmesi ve elden geldiğince çoğaltılması olmasının bir sonucudur. Erkek bir yılda 100’den fazla çocuğu kolaylıkla yapabilir; oysa kadın, ne kadar erkekle sevişirse sevişsin, yılda ancak bir çocuk yapabilir. İşte bundan ötürü erkeğin gözü her zaman başka kadınlardadır, oysa kadın bir tek erkeğe iyice bağlanır. Çünkü doğa onu, kendisi farkına varmaksızın, gelecekte doğacak çocuğun besleyicisini ve koruyucusunu elde tutacak biçimde davrandırmaktadır. Bu bakımdan, evlilik hayatında erkeğin gösterdiği sadakat yapay, kadınınki ise doğal ve kadının kocasını aldatması, hem sonuçları bakımından nesnel olarak hemde doğaya aykırı bulunmasından dolayı öznel olarak, erkeğin aldatmasından daha güç bağışlanan bire suç olarak görülmüştür."
Son olarak; "Tutkulu aşka yücelik kazandıran ve onu şiire konu olmaya layık kılan şey, insanın bu kendisine ait olmayan şeyleri arayışıdır ve bu çeşit bir arayış; gördüğümüz her büyüklüğü yaratan şeydir. Cinsel aşkın; bu aşkın duyulduğu varlığa karşı en şiddetli nefretin hissedilmesiyle de bağdaşabileceğini de söyleyelim. Platon’un bu tür bir aşkı, kurdun kuzuya karşı duyduğu düşkünlüğe benzetmesi bundan ötürüdür."
Eraserhead beyinlerimizden silgi yapıyor. Sonunda prematüreyi ve kendini yok eden kahramanımız anne motifine sarılarak yapay dünyasından uzaklaşıp yapay cennette arayışsızlığıyla huzura eriyor.
|