Geçmişte insanlar siyah cübbelerin altına bilinçaltını saklamıştı tıpkı din gibi. Örtülü bir gerçeklik, ta ki siyaset denilen olgu yeryüzüne gelene kadar… Cübbeler yavaş yavaş sıyrıldı. Siyasa belirdi. Sanat ve tarih kelimesi birbirinden ayrılana kadar tarih de sanat sayıldı. Sanatın tarih sayıldığı dönemlerde, tarihte birçok sanat eseri yok edildi.
Bundan böyle siyaset şekillendi. Sanata sanat dedik.
Postmodernizm ile insana sürünen çılgınlık, toplu bir siyasa mastürbasyondur. Bundan sanat, tarih ve bu tarz kavramlar nasibini aldı, yine de her şeye rağmen; insan ve duygusu; içinde bulunduğumuz çağın geçmiş ve gelecek çağların üstündedir. Zamanın çizgisel değil döngüsel olduğu artık bir bilimsel bir gerçektir.
Dili bilim olarak keşfe çıkalı tam on yılı geçti. Daha da geçecek. Alphaville yani: Bir J. Luc Godard Filmi Avrupa Çığlığıdır! Neye mi? O çığlık: Tabii ki Estetik, Gerçeklik ve Jean Baudrillard. Değişime ayak uyduran bir kavram yani: Estetik bulantı üzere… Kendisi “Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu...” Demiştir. Alphaville kenti böyle bir dünyadır: Söylencenin gerçekliği yaymadaki rolü efsanevi bir oluşumdur. Alfakent'in varoşlarına yaklaşıldığında gözümüze şu kelimeler çarpar.
Sessizlik, Mantık, Güvenlik, Tedbirlilik ve bunların dışına çıkmak yasaktır. Duygular ve duyguları anlatan kelimeler de yasaktır.
Dil bilimsel çalışmalar arasında Ludwig Wittgenstein ise Felsefi Soruşturmalar adlı eserinde şöyle der: “Eğer kavramların oluşumu doğa olgularıyla açıklanabilirse dil bilgisiyle değil ama daha ziyade dil bilgisinin temeli olan doğayla ilgilenmemiz gerekmez mi?- Bizim ilgimiz elbette kavramlar ve doğanın çok genel olguları arasındaki uygunluğu içerir. (Böyle olgular çoğun genelliklerinden dolayı gözümüze çarpmaz.) Ancak bizim ilgimiz kavramların oluşumunun olası nedenlerine başvurmaz; biz doğa bilimi yapmıyoruz; ne de doğa tarihi – çünkü biz kendi amaçlarımız için hayali bir doğa tarihi de uydurabiliriz. Bir kavramı bir resmetme tarzıyla karşılaştırın. Zira hatta bizim resmetme tarzımız bile keyfi midir? İsteğimize göre birini seçebilir miyiz? ( Sözgelimi, Mısır tarzını) O sadece bir hoş ve çirkin meselesi midir?”
İşte Alphaville bu yüzden bir Avrupa çığlığıdır; çünkü Jean Baudrillard’in dediği gibi: “Avrupa düşünür, Amerika uygular.” Kavramlar düşüncelerin ürünüyken onları resmetmek hazzın tekelindedir. Sinema da göstergesel kodlardan oluşan bir resim-dil sorunudur. Tekeli bellidir.
“Pierre Guiraud (1975) ve Roland Barthes (1968,1973) Saussure’u izleyerek onun düşüncelerini geliştirdiler. Guiraud ve Barthes’ın çözümlemelerini kavrayabilmek için bir dizi yeni terimi öğrenmemiz gerekmektedir.(Gelişmekte olan bir çalışma alanının en zorlayıcı boyutlarından birisi, yarattığı özel terimlerin (Jargonun) miktarıdır.” Alphaville, Godard'ın geliştirdiği böyle bir jargon üzerine kurulmuştur.
“Yeni yazarlar yeni sözcükler bulma eğilimindedirler ve yalnızca bir bilim iyi bir biçimde inşa edildiğinde terminolojisi de yerleşir ve genel kabul görmeye başlar. Gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkiyi araştırırken kullanılan başlıca terimler, nedensiz, görüntüsel, güdüleme ve sınırlamadır ve bunlar sıkı sıkıya bağlantılıdırlar. Göstergenin nedensiz doğası, Saussure’e göre insan dilinin kalbiydi.” Diyor John Fiske.
Alphaville’de yok olan insan dilinin kalbini arayış ve kalbi ortadan kaldırılmadan önce anlamları yok edilen kelimeler, kural dışılığın işleyişiyle eş tutulmuştur. Bu yüzden polisiye bir gerilim içinde baştan sona mücadelesi verilen şey dil savaşıdır. Dil savaşıyla mevcut sisteme, politikaya, yasalara kafa tutar, mevcut gerçekliğe kafa tutar, mevcut sanal semantiğe kafa tutar, mevcut hakim cinsiyet algısına kafa tutar, mevcut bilime ve sanata kafa tutar; çünkü aydınlanma ancak bu konularda farkındalığın artmasıyla mümkün olabilir. Her kültür diliyle var oluyorsa, aynı şekilde yok edilebilir de. Bu nedenledir ki iletişimin en dikkat çekici yanı, insanın duygu- düşünce dünyasının konuştuğu dille şekillenmesidir. Yine aynı nedenledir ki duyguların yoğun olarak dile yansıtıldığı şiir evreninde çeviri şiir yavan ve anlamsızdır, bir filmde de geçtiği gibi: "Çeviri şiir duşta yağmurluk gibidir." Şiiri insan kalbinin gizemli güvesi olarak görüyorum, her dilin kendine has özü sayesinde başka dile çevrilemezliğiyle o güve mistik bir kelebeğe dönüşüyor, eşsiz güzellikte renk ve dokusuyla dünyayı bir nebze de olsa güzelleştiriyor ve sonunda bütün görkemli sırlarıyla bu dünyadan özgürce ayrılıyor. Özgür olmak, aşık olmaktır. Aşkı nasıl anlamlandırdığınıza bağlı; ancak Alphaville sınırları içindeyseniz aşkın nasıl bir duygu olduğunu hatırlayabilirseniz meta-robot olmaktan da belki paçayı sıyırırsınız. Alphaville sadece bir film değil içinde yaşadığımız, Mc Luhan'ın kavramıyla "Küresel Köy" dünyadır da aynı zamanda. Gözyaşlarının infaz sebebi sayılmaması için sistemin fişinin çekilmesi gerektiğini söyleyen bir dünya.
Kendi şiirimle yazıyı noktalıyorum.
Torino'da
Yürüyen bir merdivendeyiz
Aynı şeylere inanmış kadar hareketsiz, sessiz;
Unutulmuş rüyalar gibi garip
Göğe değen şeffaf perdeler gibi
Sokaklar kaybolmuş; biz kalmışız
Gönlümüz bir çift hasta güvercin
İşaret ediyor yayından kopan oku
Kalpte kopan yay
Her cisim yetiniyor deryasıyla, kanıyla
Ben de seninle yetiniyorum
Ey nutku tutulan dünya!
Temmuz 2013
|