“Kendi şahikasında yaşayan insan kadere hükmeder; benin aşağı mertebelerinde yaşayan insan yıldızlara tabidir ve evrenin yalnızca küçük bir parçasıdır.”
Bale okulunda dans ve Nina…
Nina annesiyle arasında güç savaşı yaşayan, kendine zarar verme eğilimi olan, ruhsal bunalım geçiren, hatta gerçek kastrasyon yerine sembolik kastrasyonu deneyimleyen, stres bozukluğu yüzünden kendi kendine, yeteneğini gölgeleyen bir dansçıdır. Her şeyden önce toplum ya da dış dünya Nina gibi içsel bir karakter için fazlasıyla dışsal ve vahşidir. Nina bu vahşetten payını alır ve yeteneğinin bedelini canıyla öder.
Peki, sanat ölümün gerçek gölgesi midir? Sanata zemin hazırlamak bazı hayatlar için yaşamda boyut kazanamazken ölümle anlam bulabilir. Bu trajedinin kökeni olduğu gibi, ironi ve komedinin de temelidir.
Film boyunca izleyicide gerilimi sağlayan unsur, aslında kısacık bir an bile olsa izleyicinin gülebilmeyi, gülümsemeyi yakalayabilme umududur. Film ise izleyiciyi filmin sonuna kadar gülümsetmemeyi başarır. Sonunda ağlatmasa da ağlamaya hazır bir kıvama gelirsiniz. Kafalarda yanıp sönen birçok soru işaretiyle birlikte… Bu bir filmin değerli olması için yetmez tabii ki. Mimetik sanat anlayışı filmin başarısının yalnızca gölgesidir. Nina’nın siyah kuğuyu taklit etmesinden tutun, film; Kuğu Gölü Balesi’nin bir kesitinin trajedisi, yükseltilmiş bir taklididir. Mimesisten ziyade bu filmi başarılı kılan yegâne unsur sanata ve ölüme getirmiş olduğu katmanlı anlamdır.
Aristoteles ve Platon’dan günümüze kadar uzanan mimetik sanat anlayışı yıkılmıştır zira “Kuğu Gölü Balesi” defalarca farklı anlatımlarla sahnelenmiş, gerçekliği olmayan kopyalardan ziyade gerçekten var olan fikirlerle hayat bulmuştur ve bu insanları gerçeklerden koparır. Sanatın taklitçilik olarak görülmesi dolayısıyla, Platon sanatçıları ideal devletinden uzaklaştırmıştır. İnsan, genlerindeki mimetik etkiyi söküp atsa geride insan namına pek de bir şey kalmaz: Bebekler bile konuşmayı mimetik etkiyle öğrenir. İnsan evrildikçe taklit yeteneği azalan bir varlık değildir fakat anlamlandırma yetisi derinleşen, gelişen bir varlıktır. Derinlik ve sığlık, zevk ve zevksizlik, sıradanlık ve olağandışılık gibi kavramlar bu filmle birlikte yeniden ele alınmalıdır çünkü film tam da bu noktada sanatın betiğine dair çok fazla şey söylüyor. Bunlardan birkaçına değineceğim.
Karakterlerin hemen hemen hepsinde bir rol bunalımı hâkimdir. Tıpkı şu an günümüzde gerçek hayatlarımızda olduğu gibi. Bir anne, bir öğretmen, ya da tutkulu bir âşık olarak kadın, büründüğü bütün rollerde işini hakkıyla yapmalıdır. Yoksa toplum tarafından başarısız ilan edilecek ve hatta dışlanacaktır. Filmde Nina’dan beklenen rolünü üstün bir seviyede oynamasıdır. O seviyeye yükselmesi için ne gerekiyorsa yapmalıdır eğer yapmazsa hayatı boyunca başarısızlığa mahkûm edilecek, hatta başarının o ihtişamlı merdiveninden küçük bir işaret parmağının dokunuşuyla aşağı itilecektir yani bütün bir yaşam pamuk ipliğine bağlıdır.
Kraliçe kuğuyu oynayan eski balerin Beth’de de rol bunalımı görülür. Onun bunalımı da bizlere popülerliğin ve güzelliğin gelip geçiciliğini gösterir. Kendini hastane odasında bulacak kadar yitip gitmiştir. Geriye eski kraliçe kuğudan birkaç küçük eşya hatıra kalmıştır. Başka da hiçbir şey değil. Yani her şey bu kadar gelip geçicidir. O eski görkemli günlerinden eser yoktur artık.
Nina’nın annesi, anne olmak ve başarılı bir balerin olmak arasında sıkışmış kalmış ve annelik rolünde karar kılarak hayatını Nina üzerine kurmuştur. Onun rol bunalımı belki de hepsininkinin bir toplamı gibidir.
Nina’nın rolünü isteyen Lily ise yine rol bunalımı içinde sadece zirveye nasıl çıkacağını düşünmektedir.
Ölüm korkulacak bir şey değilse nedir. Ölümden korkan zirveye çıkabilir mi. Üreten insan zirvenin kendisi değil midir? Zirveye çıkmak için sadece kendi önünden çekilmesi yetmez mi? Nina kendi önünden çekilir. Fakat onu bu noktaya getiren dış koşullar nelerdir?
Onaylanma ihtiyacı yüzünden güç ve itibar kazanmak amacıyla, hem özsaygıyı korumaya çalışmak hem de değerlerden ödün vermek Nina’yı yıkıma sürükler. Belki de içimizi acıtan dönüşümden ziyade masumiyetin yitiriliş tarzıdır…
Kendine yabancılaşmak güç sayılabilir mi? İnsanın bir numaralı temel korkusu ölüm değilse nedir? Ölümsüz olmayı, efsaneleşmeyi istemek ölüm korkusunu yenme arzusundan başka nedir? “Şey”lere yüklediğimiz anlamlar ölümü anlamsız kılmaya yetebilir mi?
Farklılıklar uçurumu derinleştirir ama benzerlikler uçurumun kendisidir. Bir benzersizlik örneği vermek istiyorum. Rönesans Döneminde Medici Ailesinin para ölçekli sanat saltanatının, günümüz çağdaş sanat anlayışında yine ekonomi ölçekli haritada Dubai Şeyhlerine geçmesinin sağlaması henüz yapılmadı. Eğer sanatın ilerleyecek bir alanı kalmadıysa bunu ekonomik sisteme bağlamak ne kadar mantıklı? Sanatın saltanatını kimin süreceğini belirleyen ekonomi olabilir; fakat cümlesi: “Sanat yoktur sadece sanatçılar vardır” der.
Thomas Leroy’un rol bunalımı da budur. Leroy, sanatçının içine düştüğü kaygan sanat alanının timsalidir… Rol bunalımından şişmesi, kendine aşırı önem vermesi, kendine verdiği aşırı önemi yönetiminde bulunan dansçılarından da beklemesi ve ısrarla bir yandan yönetirken diğer yandan bunu diretmesi… Rolü oynamaları için dansçılar üzerinde kurduğu baskının herkes tarafından normal karşılanması, tüm çalışanlarını bunaltmasına rağmen kimsenin ona karşı gelmemesi bilmem size de bir şeyler çağrıştırıyor mu?
Üstünlük kurmak, tahakküm var oluş savaşını kazanmanın tek yolu değildir. Var oluş savaşını kazanmak için kendini tanrılaştırmaya çalışmak ve eğitimi altında yaşayan herkese tanrılaşmayı dayatmak var oluş savaşını kazanmanın tek yolu değildir. Zemini korumak ayakta durmanın yarısıysa bir diğer yarısı yetenekli insanlardan kendi güçlerini aşan üstün bir güç veya tanrılaşan açılımlar beklenmemesidir. Kişiyi bunalıma ve intihara sürükleyen açılımlar…
Sanat ölmeyi, intiharı gerektirecek kadar önemliyse kimileri için, bunun parasal karşılığı olmayan bir değeri olmalıdır. Topluma mal olmuş sanatçılar artık bir kamu malı olarak görülür. Tıpkı adı filmde yazılmayan Pyotr Ilyich Tchaikovsky gibi. Fakat film konusu itibariyle, bu kadar bilindik bir eser (Kuğu Gölü Balesi) ve onu üreten sanatçısı için zaten bir onurdur. Black Swan, Kuğu Gölü Balesi’nin mimetik olmayan, mimetik sanat anlayışının eleştirisidir. Övgüye ya da yergiye değil ama etkilenmeye değerdir. Sanatın ırkı, yaşı, cinsi, dili, dini var mıdır bilmiyorum ama sanatçının yoktur. Sanatçı bütün bunları bir potada eritip kendi heykelini yontmaya devam ettiği müddetçe var olur. Bütün intiharlar dâhil. Beyaz kuğu değil de siyah kuğu olması beklenen bütün kadınlar için…
Sürrealizm akımı bugün bütün var oluş alanını eski tarih kitaplarına bıraksa da Mayakovski şiiri ile bu trajediyi noktalıyorum.
Omurganın Flütü (1915)
Önsöz
Hepinize birden,
sevenler, sevmiş olanlar,
sığınmış ikonalar mağarasına ruhun,
şarap dolu bir kadeh gibi bir şölende ben
kaldırıyorum şiirle dolu kafamı.
Düşünürüm sık sık-
ne hoş olurdu
bir kurşunla bitirseydim işimi.
Bugün
ne olursa olsun artık
veda konserimi veriyorum ben
Ey bellek !
Topla beynin salonuna
sayısız sevgilileri dizi dizi.
Gözden göze gülüş boşalt.
Donat gecesini geçmiş düğünlerin.
Gövdeden gövdeye sevinç boşalt.
Unutmasın hiç kimse bu gecemizi.
Flüt çalacağım bugün
Kendi öz omurgamla.
» Siyah Kuğu film sayfası |